![]() |
Şeref Defteri 'Mehmet Beşir Eryarsoy' |
İnandığı gibi yaşadı, davası için çırpındı ![]() Mehmet Beşir Eryarsoy Kaderde tayin edilmiş, bizce belli olmayan zamanlarda bazı insanlarla, farklı zamanlarda ve değişik düzeylerde yollarımızın kesiştiğini ortaya koyan hadiseleri çoğumuz yaşamışızdır. Benim için merhum Hasan Nail Canat bunlardan birisi olmuştur. Onun ismiyle ilk tanışmamız bir grup Mardin İmam Hatip Lisesi mezunu ve öğrencisi arkadaşımızla birlikte bir oyununu sahneye koymamızla başlamıştı. En azından bizim dilimizle konuşan ve bizi ilgilendiren bazı meseleleri konu edinen bir eser bulmuştuk. Eserini mesaj sunmak isteyen İmam Hatip'li bir grup arkadaş olarak kendimize uygun bulmuştuk. Aradan yıllar geçti... 1976 yada 1977 yılında Gümüşhane'de öğretmenlik yaptığım sırada o zaman için faaliyette olan MTTB Gümüşhane şubesi, merhumun başında bulunduğu bir tiyatro grubunun bir eseri sahnelemekte olduğunu, Trabzon yada Erzincan'dan sonra Gümüşhane'ye davet etmek için hazırlık yapmak istediklerini bana söylediklerinde MTTB'deki arkadaşlara hiç tereddüt etmeden "hemen çağırın" demiştim. Sahnelenen eserin tam olarak adını hatırlamıyorum. Ama Masonizmi, Komünizmi ve Libaral Kapitalizmi temsil eden üç kişinin çevirdikleri entrikaları, Müslümanların başına örmek istedikleri çorapları ve iki yüzlülüklerini, buna karşılık Müslüman kişinin halka dönük yüzü ve yaşantısını, mütevekkil ve temiz oluşunu ortaya koyan bir eserdi. Eserin sahnelenmesinden sonra bir araya gelip konuştuk, sohbet ettik... Bu arada, "Eserde müslüman kişi nisbeten saf ve kültürel açıdan biraz aşağıda kalmıştı" anlamında biraz eleştiri kokan bir cümle kullanmıştım. Memnun kalmış ve şöyle demişti: "Onlar böyle olduklarını kabul etsinler, biz de böyle olduğumuzu kabul ederiz". Ne anlama gelirdi bu? Her şeyden önce sanatında kendisi ile aynı inancı paylaşan insanları kayırmadığı, dolayısıyla diğerlerine de zulüm etmek gibi bir eğilim içerisinde olmadığı anlamına gelirdi. Bir de Sakarya Türküsü'nü okumuştu Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in. O zamanlar çok okunan bir şiirdi, müslümanların bütün toplu etkinliklerinde. Hatta vaaz kürsülerinde bile okunurdu. Merhum bu şiiri gerçekten güzel okumuştu. Ama bir oyuncu olarak takdir edilecek bir davranış da sergilemişti. Şöyle ki: Şiiri –doğal olarak- yüzü seyirciye dönük olarak okuyor, jest ve mimiklerini en uygun bir şekilde öylece ortaya koyuyorken; "Siz hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?" mısrasına gelince, yüzünü seyirciden başka bir tarafa çevirerek doksan derece dönüp öyle okumuştu. Bu hareketi gerçekten mükemmel bir oyunculuğu yansıtıyordu. Muhataplarına ne kadar saygılı olduğunu gösteriyordu. Rabbim gani gani rahmet eylesin. Yine zaman geçti... Aradan yıllar sonra, 1980'li yıllarda romanları çıkmaya başlamıştı. Ben de okuyordum, çocuklarıma da okutuyordum. Değişik zeminlerde bir iki sohbetimiz de olmuştu, Madve Yayınevi'nde ve İnsanlar ve Soytarılar oyununu sahnelemelerinden sonra muhterem Ulvi Alacakaptan ile müştereken çalışmaları için tuttukları Şehremini'deki bir yerde. Aradan yine zaman geçti. Bu sefer küçük oğlumun okuduğu özel bir okulda tiyatro kursları veriyor ve oğluma bu alanda hocalık da yapıyordu. Bu da beni çok memnun etmiş, hocasından olabildiği kadar yararlanmasını, çok değerli bir Müslüman, bir insan olduğunu söylemiştim. O çok halim selim olan veya bizim öyle gördüğümüz o güzel insan, aynı zamanda tavizsiz disiplinli bir hoca imiş meğer -oğlumun izlenimlerine göre-. Ve zannederim tiyatroculuğunun/oyunculuğunun en ileri noktasını temsil eden –ismi hatırımda yanlış kalmadıysa- "Bana Mahşeri Anlat" eserini seyrederken onu dünya gözüyle son görüşüm olacağını elbette tahmin edemezdim. Edebilseydim ya da öyle olacakmışcasına kabul edebilseydim, belki onunla daha yakın mesai paylaşır, o güzel insanla başkalarına göre belki daha güzel ve değerli vakitler geçirebilirdim diye düşünüyorum. Birisi ile karşılaşmayacak olmamız, her zaman karşımızdakinin bir şekilde bizden ayrı kalmasına bağlı olmayabilir. Bazen bizden kaynaklanan bir sebebe de bağlı olabilir. Dolayısıyla bizim için değerli gördüğümüz kimseyle son görüşmemiz olacakmış gibi değerlendirmeye çalışmak akıllıca bir iş olabilir diye düşünüyorum. Öyle ya, daha sonra "görmemek, görüşememek de var." Ona o oyunun sahnelendiği sıralarda sormak istemiştim: "Niye Baba değil de Dede?" diye. Sormak fırsatım olmamıştı. Sonraları şöyle yorumladım kendi kendime; Baba olamazdı, kıyameti anlatacak olan. Çünkü Dede'nin oğlu olan Baba, kayıp nesildi. Dinden uzak hatta uzaklaştırıcı amaçlı eğitimi dolayısıyla, yetişme şartları ve ortamı dolayısıyla bunu yapamazdı. Çocuğun fıtrî bir ihtiyaç olarak cevap bekleyen sorularına Baba değil, Cumhuriyet öncesi eğitimin kalıntılarına şu yada bu oranda sahip olmuş Dede yapabilirdi bu "anlatma" işini yada görevini. O halde bu adı seçerken, bu adın yapı taşlarını teşkil eden kelimeleri tesbit ederken rastgele tesbit etmemiş, seçmemişti. Yani merhum, sanat ve kabiliyetini inancı hizmetinde en ileri düzeyde kullanmaya olabildiğince özen gösteren birisiydi. Bu da Müslüman camia olarak her alanda büyük oranda eksikliğini duyduğumuz, sanat, fikir, ilim ve siyaset adamlarında yeterli düzeyde görmediğimiz önemli bir husustur. Ama merhumda ben kendi adıma, bu vasfa olabildiği kadar kendi imkânları ölçüsünde sahip olup kullandığını gördüğümü rahatlıkla söyleyebilirim. Evet, çok uzun boylu bir yakınlığımız olmadı, o güzel bildiğim ve tanıdığım insanla. Az tanıdım onu, ama öz tanıdığımı düşünüyorum. Zaten tonlarca buğdayın kalitesini ele aldığınız bir avuç buğday göstermiyor mu? Merhum, tanıdığım ve bildiğim kadarıyla Müslüman olarak davasının endişesini taşıyan ve bunun sorumluluğuyla kendi birikim ve kabiliyetlerini bu dava uğrunda kullanmaya çalışan güzel bir müslümandı. İnandığı gibi yaşadı, davası için çırpındı. Arkasından kadrini bilen bir zürriyet bırakmış olması da onun aynı zamanda ailesine karşı da sorumluluk bilinciyle hareket eden bir Müslüman olarak ciddi bir aile reisi olduğunun göstergesidir. Rabbim gani gani rahmet eylesin. Kadirbilir bu davranışın da hayırlara vesile olmasını temenni ederim. 18 Temmuz 2010 |