Basından
'Tohum Dergisi'

Hasan Nail Canat / Beklenen

Tohum Dergisi / 01.02.1970

O'nu bekliyordu... Loş bir ışığın aydınlattığı odasında her şey akşamdan beri hazırdı. Saat gecenin ikisi. O hala gelmemişti. Aynadaki soluk hayaline dalmış, uykusuz gözlerinde sabır yükünün ve umut katarının kervanı dolaşıyordu.

Mesut anılarını düşündü bir bir ve tatlı hayallere daldı bir an. Dudaklarında mağrur fakat eskimiş bir tebessüm belirdi. Tebrik ediyordu kendini bu anıları yaşayabildiği için. O aldatan çizgiler ve bir duygunun süslediği çirkinlikler tatlı tatlı oynaştı kalbinde. Eski bir kadın çamaşırı gibi şehvet duyguları sardı vücudunu ve beklediğini düşünmeye başladı. Geç kalmıştı ama mutlaka gelecekti. Bir ses, bir zil sesi saadetler müjdeleyecekti. Bakışlarını pencereden caddenin sonuna, onun geleceği tarafa uzattı. Yoktu kimsecikler. Bir müddet öylece bekledi. Bu bekleyiş, umutlarını yavaş yavaş kırmaya başladı. Korkunç bir his geldi içine: "Aldatılmak!". Dudaklarındaki tebessüm kayboldu. Alın çizgileri derinleşti, uykusuz gözlerindeki mesut ışıkların yerini korkulu renkler aldı. Sıcak bir şeyin bütün damlalarına yayıldığını hissetti. Kulaklarında anlamsız uğultular çalkalanmaya başladı. Biraz önce sükûtun ahengi gibi duyduğu saatin tik-taklarını, beyninde inleyen balyoz gibi hissediyordu. Sağ elinin parmakları viski şişesini hırsla sıkarken sol eli kadehlerin en büyüğünü buldu...

Saat sabahın beşi. Perdelerin arasından sızan tatlı bir ışık huzmesi, üç saattir arka arkaya kadeh boşaltan ve sebebini bilmeden ağlayan, ağladıkça içen, içtikçe daha çok ağlayan Erol'A sabahı anlatmaya çalışıyordu.

Erol titrek parmaklarıyla son şişeyi kadehine çevirdi. Kadeh dolmuyordu artık. Çünkü içki bitmişti. Fakat O içmek istiyordu. İçmek, hayatın darbelerine karşı iradesinde kuvvet bulamadığı için içmek; aşağılık kompleksini yenemediği için, gerçekleri görmemek için, küçüklüğü, zayıflığını içki ile doldurmak için içmek... Daha doğrusu ruhunda gizlediği korkaklığı içki kadehlerine anlatarak zayıflığın sembolünden kuvvet dilenmek için içmek istiyordu.

Erol sendeleyerek yerinden kalktı. Sabahla beraber açılan perdelere zıt, pencereden hiç ışık sızmasın diye iyice kapattı perdeleri. Gecenin sessizliğini arıyordu...

Kan çanağını andıran gözleri bütün odayı taradı. Duvar saati... Evet, sükûtu o bozuyordu. Onu yatağın altına soktu... Hayır, bir türlü bulamadı aradığını. Yanan ampul yerine, aydınlığa çekilen perde vardı şimdi. Sabırla bekleyen insan yerine, şimdi umutlarını yitirmiş, arzularını hırs kaplamış ayakta duramayacak sarhoş Erol vardı. Sükûtun yerini çığlık almıştı ruhunda. Saadet onu terkedeli saatler olmuştu. Nasıl bulurdu gecenin sessizliğini.

Erol bütün bunları düşünürken yüreğinden bir çığlık koptu. "Hayır!". Peşinden bir hıçkırık... Gök gürültüsünü andıran hıçkırıkları gözyaşları takip etti.

- Hayır! Hayır! Ben insanım! Sesi boğuldu. "Ben insanım, ellerim var, ayaklarım var, gözlerim var..."

Bu saydıklarının hepsi vardı Erol'da, ama insan olduğuna inanamıyordu. İnansa feryat etmezdi. Hem insanın tarifi bu kadar basit olamazdı. Bir karenin, bir piramidin tarifi daha zordu bundan. Bu duygular Erol'u büsbütün çileden çıkardı ve kadehi olanca hızıyla aynaya vurmak istedi. Bir hayal, O! Evet, beklediği kadın bütün cazibesiyle aynada:

- Dur yapma, vurma! diye yalvarıyordu.

Erol, kadehi aynanın tam ortasına, kendisini bekleyen kadının hayal yüzüne çarptı. O ne? Şimdi de aynadaki kırık çizgilerde annesi bütün şefkati ile canlanıverdi.

- Yavrum, ben sana demedim mi? Sonu yoktur bu mülevves yolun!

Erol yıkıldı. Elleri bütün titrekliği ile boğazında "Anne!" diyebildi. Alnından soğuk terler boşalıyor, fırtınalar esiyordu ruhunda. Bütün gücünü dizlerine toplayıp elini tam kapının tokmağına atacaktı ki birden bir ses... Hummalı bir gecenin, mazisini kaplayan çığlıklarını yoketti bu ses; bir zil sesi. Kapıda birisi vardı, açtı. O gelmişti, beklediği kadın! Bütün insani duygulardan uzak sahte bir tebessümün gölgesinde vahşi arzularını rahatlıkla gizleyebilen, buradan ve gittiği her kapıdan alacağı ücretlerden başka gayesi olmayan kadın. Açık ve hırpalanmış vücudu ile aralanan kapıdan içeri girerken, yılışarak "Çok beklettim değil mi? İzah edersem bana hak verirsin" diyordu.

Erol manasız bir tebessümle mukabele etti. Sonra, birden aynayı hatırladı ve karşısındaki kadının sabaha kadar ne yaptığını ve kendine ne anlatacağını düşündü. Parmakları yine titredi, beyni zonklamaya başladı.

- Erol neyin var, hasta mısın nonoşum?

Aniden şiddetli bir tokat, beklenen kadının suratında şakladı ve beklenen kadın kapıdan, ikinci, üçüncü tokatları yememek için zor attı dışarı kendini. Kaçmaya başladı. Peşinden Erol'un çığlığı sokak kadınını takip etti.

- Defol!.. Defol!.. Erkekliğimin katili, mel'un, hastayım ama her günkü gibi ruhsuz, manasız, ölü değilim artık. Defol!..

Kaynak: Tohum Dergisi
Bu haber defa okunmuştur.