![]() |
Basından 'Berceste Dergisi' |
Şair, Yazar ve Tiyatro Adamı Hasan Nail CANAT'ın Ardından... Berceste Dergisi / 01.12.2004 "Eğer maksud eserse mısra-ı berceste kafidir"
Koca Ragıp Paşa - 18. yy. Divan Şairi editörden... Ümit Fehmi Sorgunlu: Sevgili okuyucular, İnsanlarda birkaç meziyetin birden bulunması özel yetenek isteyen ve Allah vergisi bir tecellidir. Bu, sanatla uğraşanlar için daha da çok yoğunluk isteyen ve sürekli koşuşturmayı gerektiren bir uğraştır. Her sanatçı özel yetenek dediğimiz çok yönlü sanatla iştigal edemez. Bu durum kendisini tamamen sanata ve ideallerine adayan insanlar için geçerlidir. İşte kendisini Türk kültür ve sanatına kabul ettiren hemşehrimiz Hasan Nail Canat da böylesine çok yönlü bir sanatçıydı. Kendisini yalnız Kayseri'de değil bütün Türkiye genelinde ispatlamış ve sevdirmiş bir sanat adamıydı. Ölümüyle birlikte arkasında derin bir üzüntü ve boşluk bırakan Hasan Nail Canat, bir turne hazırlığı içindeyken ruhunu teslim etmiş idealist bir insandı. İdealistti, çünkü; her oyunu ve romanı onun inandığı değerleri yansıtan mesajlarla doluydu. Hemen hemen dünya görüşünü aksettirmediği bir romanı ve tiyatro oyunu yok gibidir. O, her zaman idealleri için profesyonel olmasına rağmen amatör bir ruhla çalışmış; setten sete, sahneden sahneye koşmuştu. Çoğu kez aç kalmış ama inandığı değerlerden asla taviz vermemişti. O, oynadığı Sır Kapısı dizilerini bizzat hayatında yaşayan bir insandı. Hasan Nail Canat'ın çocuklara ve gençlere yönelik romanlarının hemen hemen tamamı sanat kaygısından çok ideal aşılama niyetiyle yazılmıştır. İlk bölümden finale kadar kendisini akıcı bir üslupla okutturmasını bilen bir yazardı. Canat, romancılığının yanı sıra şair, çocuk ve gençlik edebiyatçısı, tiyatro yönetmeni, sinema ve televizyon oyuncusuydu. "Sürgün Öğretmen, Hasret, Minyeli Abdullah, Ateşin Teslim Olduğu Gün, Sahibini Arayan Madalya, Müslüman'ın 24 Saati, Deli Yürek, Ekmek Teknesi, Sır Kapısı, Kalp Gözü, Yusuf'ta Bir Kuyu, Çobanın Duası" gibi sinema ve TV dizilerini seyrettikçe artık onu rahmetle yad edeceğiz. Tiyatroda ise birçok eseri kendisi yazıp sahneye koyan usta bir oyuncu ve yönetmendi. Kayserili olmasına rağmen mesleği icabı İstanbul'da yaşayan Hasan Nail Canat'ı yakından tanıma şansım olmadı. Ama onu kitaplarıyla, oyunculuğuyla, dizi ve sinema filmleriyle öylesine çok tanıdım ki, ölümü beni çok etkiledi ve yakın bir ağabeyimi kaybetmiş kadar üzüldüm. Berceste Dergisi olarak şehrimizin yetiştirmiş olduğu seçkin kültür ve sanat adamı Hasan Nail Canat'ı rahmetle anıyor ve bu sayımızı ona armağan ediyoruz. Değerli okuyucular, açmış olduğumuz Naat konulu şiir yarışması büyük bir ilgiyle karşılandı. Yarışma haberimizi yayınlayan ve duyuran bütün dostlarımıza Berceste ailesi olarak teşekkür ederiz. BİR GÖNÜLDAŞIMIN ARDINDAN Bekir Oğuzbaşaran: Hasan Nail Canat da Hakk'a yürüdü. Allah gani gani rahmet etsin. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun. Hepimiz O'ndan geldik, O'na döneceğiz şüphesiz. Ama yine de ölümü insanın içine sindirmesi, kabullenmesi o kadar kolay değil. Yoksa hepimiz biliyoruz ki, bu dünya fani. Aslında o kadar itişip kakışmaya, bu kadar hırsa, bu kadar çabaya değmez. Dede Korkut'un dediği gibi, "Gelimli gidimli dünya, Son ucu ölümlü dünya"... Yunus Emre'nin söylediği gibi, "Peygamberleri bile alan dünyasın"... İnsan bir yakınını, bir arkadaşını, bir dostunu, bir gönüldaşını kaybedince, bir yanının eksildiğini hissediyor. Dostlarımız ölünce sanki bir parça da kendimiz ölüyoruz. İçimiz kavruluyor. Belki bunda bir sevdiğimizi mahşere kadar kaybetmiş olmanın hüznü, bir parça da ölümün soğuk yüzü ile karşılaşmanın taze şoku, belki biraz da kendi kaderimizi, hepimiz için mukadder olan akıbeti hatırlatmış olması... Yoksa, aslında doğduğumuz andan itibaren ölmeye başlıyor değil miyiz? Madem ki, dünyadaki nefesimiz sayılı, günümüz, saatimiz sayılı, takvimdeki yaprağımız sayılı, o halde doğar doğmaz zaten yavaş yavaş ölüyor sayılmaz mıyız? İnsanoğlu kolay kabullenemiyor fakat gerçek şu: artık biz de rahmetli Ayhan Songar hocanın dediği gibi, yetim-i akran olmaya başladık. Önce büyüklerimiz birer birer dünya sahnesini terk ettiler. Daha sonra ağabey dediğimiz, abla dediğimiz insanlar, onları bizim akranlarımız, taydaşlarımız, nesildaşlarımız, yaşıtlarımız takip etmeye başladı. Tabii, dünyadan gidiş sırası, geliş sırasına göre değil. Ama yine de bence, "Ölüm Gence Yakışmıyor"... Aslında her ölüm, erken ölümdür. Çok sevdiğim bir dua var: Allah imandan, Kur'andan ayırmasın! Yoksa halkımızın sık sık dilinden düşürmediği bir sözde olduğu gibi; hepimizin gideceği yer orası... ahiret yurdu. Bu gün günlerden Cumartesi. 2004 yılının Ekim ayının 23. gününe rastlayan Cumartesi. Kayseri'de üç yıldır yayın hayatını sürdüren Berceste Dergisi'nin idare merkezine uğramıştım. Orada Ümit Fehmi Sorgunlu ve Vedat Ali Tok bilgisayarın başında her zamanki gibi çalışıyorlardı. Hasan kardeşimin vefat haberini onlardan öğrendim. Mübarek Ramazan günü, çarpıldım, sendeledim. Birden şaşaladım. Demek ki ölüm insanı böyle beklemediği anda yakalayıverir, haberi bile öyle. Adaşım Sivaslı Aşık Mesleki'nin söylediği gibi: "Dolanı dolanı gelir, Ölüm yavaşça yavaşça". Ben çoktandır düzenli bir şekilde gazete okuyamıyor, televizyon haberleri v.s. izleyemiyordum. Ondan dolayı haberim olmamış olmalıydı. Bu arada Berceste Dergisi'nin sahiplerinden biri ve Türkiye Yazarlar Birliği Kayseri Şubesi Başkanı şair ve yazar, eski tiyatrocu ve televizyoncu Hüseyin Türkmen geldi. Ölüm haberi üzerine onunla da konuştuk. Evine, çocuklarına, ailesine, Yazarlar Birliği ve Berceste Dergisi adına taziye telefonu açtığını söyledi. O arada Milli Gazete'yi getirtti. Gazetede merhum dostuma tam sayfa ayrılmıştı. Öteki gazetelerde bu elim habere yer vermişler. Baktım birçok gazetenin köşe yazarları da Hasan Nail Canat arkadaşımla ilgili yazılar kaleme almışlar. Milli Gazete, "Üstad'a Komşu Gitti" gibi bir manşet atmış. Demek Eyüp Mezarlığı'nda defnedildi. Türkiye Gazetesi'nin kültür-sanat sayfası yönetmeni, şair, yazar ve gazeteci Özcan Ünlü sayfasında, "Tiyatromuzun Büyük Kaybı" başlığı ile haber yapmış onu. 21 Ekim Perşembe gecesi sabaha doğru vefat etmiş bulunan aziz arkadaşım hemen ertesi günü Cuma namazını müteakiben, adını bir büyük Sahabi'den alan, Yahya Kemal'in ifadesiyle dünyanın en büyük ölüm şehri olan Eyüp Kabristanı'nda toprağa verilmiş. Yüce Allah onu Sevgili Habibine bağışlasın. Mübarek günler ve geceler hürmetine ona rahmetle, mağfiretle, merhametle muamele etsin. Biz onunla çocukluk ve gençlik arkadaşıydık. Son derece idealist bir arkadaştı. Biz ilkokuldan sonra Kayseri Anatamir Fabrikası Çırak Okulunda okuyan orta okul öğrencisi gencecik çocuklardık. Bir yazımda da belirttiğim gibi, bu okulun beş dönem aldığı 250 öğrencisi arasından yetişen üç yazar, şair ve edebiyat adamıydık. Mustafa Miyasoğlu, Hasan Nail Canat ve ben. Ben, Miyasoğlu ve Canat'dan bir sınıf ilerdeydim. Onlar M. Miyasoğlu ile aynı zamanda sınıf arkadaşı idiler. Aradan kırk-kırkbeş sene geçti, onun için hafızam yanıltıyor olabilir. Malum, hafıza-yı beşer nisyan ile malüldür denilmiştir, biz pek çok arkadaşımız gibi o zamanlar merhum Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in çıkardığı ünlü Büyük Doğu dergisini ve büyük düşünürün eserlerini okur, konferanslarına gider, gidemediklerimizin bantlarını dinler, ya da metinlerini temin eder, Kayseri'de Sivas Caddesi üzerindeki bir apartmanın zemin katında açılmış bulunan Büyük Doğu Fikir Kulübüne devam eder, bilgi, görgü ve düşünce dünyamızı geliştirir, akranlarımızdan daha iyi bir kültür formasyonu kazanır, vatanımızı, milletimizi, ve millî kültürümüzü, kendi şahsî menfaatlerimizin çok çok fevkinde tutar, o uğurda neler yapılması gerekiyorsa onu yapmaktan-tabiî insanımıza fedakârca, feragat duyguları içinde hizmet etmekten başka bir amacımız yoktu-asla geri durmaz, birer kültür, sanat, edebiyat elçisi gibi aydınlatmayı en mukaddes bir vazife bilirdik. O zamanlar henüz idealizmin ölmediği, enayilik telakkî edilmediği yıllar ve dönemlerdi. İdeal diye, mefkûre diye, ülkü diye birşey vardı ve gençlerin çoğu da bu kavramlara bağlıydı. Madde, para, makam-mevki-saltanat sürmek hemen hiç kimsenin aklından bile geçmezdi. Çok sevdikleri, saydıkları, fikir ve görüşlerine itibar ettikleri büyük yazar, şair ve düşünürün şiir kitabının adı bile Çile değil miydi? O halde yüce dava uğruna çile çekmekten, her türlü güçlüğü göğüslemekten daha tabiî ne olabilirdi. Üstad Necip Fazıl, bir şiirinde; "Doğsun Büyük Doğu benden doğarak" demiyor muydu? Adı daha sonra Askerî Orta Sanat Okulu olarak anılan Çırak Okulunda üç yıl okumuş, öğleye kadar ders görmüş, öğleden sonra da akşama kadar fabrikada çalışmış, okuldan mezun olunca kalifiye birer teknik eleman olarak yine aynı fabrikada işçi kadrosunda çalışmıştık. Devlet bizim her türlü masrafımızı karşılayarak okuttuğu için, zaten mecburî hizmetimiz de bulunmaktaydı. Biz baba parasıyla okuyan, bir eli yağda, bir eli balda olanlardan değildik. Kendi hayatını ve istikbalini dişi ile, tırnağı ile kazananlardandık. Bizi ille de oku diye itekleyen de yoktu. Âdetâ okumayı, yazmayı, düşünmeyi, öğrenmeyi, konuşmayı yaratılışımızın, insan olmanın vazgeçilmez bir vecîbesi telakkî edenlerdendik. O yüzden durmadan okuyor, yazıyor, yazdıklarımızı bir şekilde yayınlatmaya uğraşıyor, belki de küçük birer Necip Fazıl olmaya çalışıyorduk... Üstad Necip Fazıl büyük bir yazardı. Biz de yazar olmalıydık. Üstad Necip Fazıl, büyük bir tiyatro yazarı ve tiyatro adamıydı aynı zamanda.. biz de tiyatro ile yakından ilgilenmeliydik. Üstad bu kadar büyük bir tiyatro yazarı olduğu halde o güzelim piyesleri niçin ödenekli tiyatrolarda oynanmıyordu? Peki özel tiyatrolar niçin sahneye koymuyorlardı? Bu işte bir yanlışlık vardı. Necip Fazıl gibi bir tiyatro yazarının eserleri, 'Türkiye'nin Şekspir'i'nin oyunları sadece okul temsillerinde mi seyredilebilmeliydi? Tiyatro topluluğu kurarak bu üstün edebî metinleri sahnede canlandırmalı, ete kemiğe büründürmeliydi. Türk sanatına bundan daha büyük bir hizmet edilemezdi. İşte merhum ve mağfur arkadaşım Hasan Nail Canat bu duygu ve düşüncelerin, kaygıların adamıydı. Allah kendisine aktörlük kabiliyeti de vermişti. Hitabeti de iyiydi. Hatta bu yeteneğini kullanarak Anatamir Fabrikasında işçi iken Harb-İş Sendikasında da önemli bir göreve seçilmişti. Hasan Nail benim gibi, Mustafa Miyasoğlu gibi, şiirler de yazıyordu. Yazdığımız şiirleri birbirimize okuyor, okutuyor, birbirimizden görüş alıyorduk. Eleştiri, tabiî iyi niyetli olanı, gelişmenin manivelasıydı, itici gücüydü... Bir ara müşterek bir şiir kitabı çıkarmayı bile düşünmüştük. Kitap yarısına kadar birimizin şiirlerini ihtiva edecek, öteki yarısında da diğerimizin şiirleri yer alacaktı. Kitabın arka kapağı olmayacaktı. Benim muhayyel şiir kitabımın adı; Gecelerin Feryadı idi. Adı gibi kendisi de Hasan (Hasen: güzel) ve inşallah Allahın rahmetine Nail olan kardeşim bir süre sonra şiirlerini kendi başına "Yalnızlar Rıhtımı" adıyla kitaplaştırmıştı. Bu kitaptan sonra bir daha şiir yazdığını ve yayınladığını hatırlamıyorum. Kendisini hemen hemen tamamıyla tiyatro çalışmalarına vermişti... Bütün Türkiye biliyor, "Moskof Sehpası" adını taşıyan ve kendisinin kaleme aldığı bir oyununu turnelerde yıllarca oynadı. Daha başka oyunlar da yazdı, sahneye koydu. Tiyatroyu bir yaşama biçimi haline dönüştürmüştü. Millî tiyatromuzun vazgeçilmez isimlerinden olmuştu. Zaman zaman kendi topluluğunu kurdu, zaman zaman da başka topluluklarda oynadı. Sanatının çilesini çekti. Bana göre ikinci bir Muhsin Ertuğrul'du. Bu milletin manevî ve kültürel değerlerine sonuna kadar bağlı bir büyük aktördü. Sinema ve televizyonda da sanatını ve hünerini sergiledi. Aslan gibi evlatlar büyüttü. Çocuklar ve gençler için yararlı kitaplar yazdı. Vefatı ile Büyük Doğu ağacından bir büyük yaprak daha toprağa düşmüş oldu. Hepimize hakkını helâl et kardeşim. Bizim de sana hakkımız varsa, helâl olsun. Biliyoruz ki, "Ölürse ten ölür/ Canlar ölesi değil"... HASAN NAİL CANAT'IN ARDINDAN Muhsin İlyas Subaşı: Hasan Nail, duruşu, davranışı ve sözleriyle has bir Anadolu çocuğu idi. O'nun tiyatroya yöneldiği yıllarda ben de, Malazgirt Kahramanı, Büyük Selçuklu Hakanı Alparslan'ın Malazgirt savaşını konu alan piyesimi, "Alparslan" adıyla yazarak sahnelemiştim. Bu piyes oynanırken Milli Eğitim Bakanlığı müfettişlerinin, "Toplumda millî duyguları tahrik ederek halkı galeyana getiriyor(!)" gerekçesiyle oynanmasına son verildi. Piyes'in durdurulmasından sonra öğrencisi olduğum İmam-Hatip Okulu'nda akla hayâle gelmedik dış baskılara maruz kaldım. Üstelik bu işte yalnız kalmış ve affedilmez bir manevî cezaya da mahkum edilmiştim. Piyesimi kılı kırk yararak inceledikten sonra onaylayıp oynanmasına öğretmen kurulunda karar alan hocalarım, beni daha sonra başka okullardan gönderilen devrimci öğretmenlerin ellerinden kurtaramadılar. Onlar da, kompozisyon dersinden bütünlemeye bırakacak kadar garabet örneği gösterdiler. Neredeyse, okuldan uzaklaştırılacak ve hapse girecektim. Genç bir adamın heyecanını, resmî ideolojiyi kendi siyasal amaçları için kullananların bu acımasız baskısı kırınca, ben elimi tiyatrodan çektim... Tabii bütün bunlar o dönemde iktidarda olan CHP zihniyetinin eseriydi... O yıllarda, Hasan Nail Canat ise Kayseri'de tiyatroya yönelmişti. Tiyatro ise, toplumun hafızasına ve kabullerine aykırı bir anlayış olarak görülüyordu. Ona destek verdik. Bu konuda birçok arkadaşımız, kendimizde kaybettiğimiz heyecanı onda bulduğumuz için yardımcı olmaya çalıştık. Ancak, Kayseri'de bu işin götürülmesi mümkün değildi. O, tiyatroya inanmış ve kendisini bu hizmete adamıştı. Burada kurduğu "Hilâl Tiyatrosu" ile ilçelere hatta kasabalara kadar gitti. Halkın heyecanını avuçlarının içine almak istiyordu. Millî ve dinî muhtevalı oyunları yazıp sahneleyerek yıllarca çaba gösterdi. Burada başarılı olamadı. Yalnız ve işsiz kaldı, ama yılmadı, inancını korudu. Sahneden aldığı havanın bütün duygularına yerleşmesi sanki genlerini tiyatroya adapte etmişti. Onu sahneden koparırsanız yaşayamayacağına inanıyordu. Bu işin Anadolu'da olamayacağına karar verince, kalkıp İstanbul'a gitti. İstanbul, bu işin merkeziydi. Ama burası da parsellenmiş, âdeta kurtlar sofrasına dönüşmüştü. Devlet Tiyatroları'nın ağırlığı buradaydı, Şehir Tiyatroları gelişip güçlenmişti. Özel Tiyatrolar başlı başına bir sektör haline gelmişti. Anadolu şehrinden gelen bir genç idealistin bu sofrada kendisine pay bulması kolay değildi. Böyle bir ortamda ayakta duracak ve yürümekle de yetinmeyip koşacaktı. Bir şansı vardı; büyük şehirler büyük marketler gibidir. Her türlü malı ve müşteriyi bulmak mümkündür. Bu ortam ona kapı araladı. 40 yıla yakın İstanbul'un hay huyuna direndi. Kayseri'ye geldikçe, kendisiyle görüştüğümüzde hep dertlenirdi: "İnananlar tiyatroyu kabullenemiyor. Bu alanı boş bırakıyoruz. Birçok mesele sahneden dile getirilip yöneten ve yönetilenlere nakledilir. Artık bu gerçeğin farkına varmalı ve bu alandan faydalanmalıyız." Buna rağmen, yılmadı direndi. Sabrı ekmeğine katık etti. Yalnızlığından dolayı yılgınlığa düşmedi. "Yalnız da kalsam, bu işi götürmek istiyorum", dedi. Belki yalnız kaldı ama bu işe inandığı için işi de ömrünün sonuna kadar götürdü. Tiyatro, vücut diliyle aklın gereklerini kullanmayı sağlar. Tiyatro, bir eğitim ve iletişim alanıdır. Batı'da bu işe büyük önem verilişinin ana sebeplerinden birisi budur. Biz, tiyatroyu taklit oyunu, taklidi de şaklabanlık olarak algıladığımızdan olacak ki, böyle bir açmazın içerisindeyiz. Halbuki, tiyatro da şiir gibi, resim gibi, musiki gibi bir edebî türdür. Onların kötüsü ne kadar zararlı ise, bunun kötüsü de elbette o kadar tahripkârdır. Onların iyisi ne kadar faydalıysa, bunun iyisi de o kadar inşâ edici, koruyucu ve yücelticidir. Bütün mesele, bunu iyi kafalarda şekillendirip iyi karakterlerle temsile kalmaktadır. Hasan Nail Canat, işin bu cepheden mücadelesini verdi. Tek başına ayakta durmaya çalıştı. Tek başına direndi. İslâmî tiyatro kavramına kafa yordu. Bu yüzden, İstanbul'da tiyatroyu tekeline alan güç odakları tarafından işin dışında tutuldu... Dünyada belki de bin defa oynanmış bir Hamlet'i Türkiye'de yüz defa sahneye koymakla iş yaptıklarına insanları inandırmaya çalışanlar, tiyatro yaptıklarını sanarak kendimize dönüşe kapı açmadılar. O, bu kapıları zorladı. Niye zorladı? Bunu kendisiyle konuştuğumuz zaman ilginç yaklaşımları vardı: -Adamlar, yabancı oyunlarla devletin kaynaklarını kullanıyorlar. Hovardaca kullanıyorlar. Oyunlar yabancıların olunca, ister istemez yabancı misyonlar bunlara ilgi duyuyor. Bizim devlet erkânı da yabancılardan çekindiği için bu adamların tasarruflarına müdahale edemiyor. Mesele bu. Şimdi ben kalkacak, Üstad Necip Fazıl'ın, mesela "Reis Bey"ini sahneleyeceğim adamlar buna tahammül gösterirler mi? Benim yalnızlığım, dolayısıyla sıkıntım bunlar!.. Benim inancım odur ki, şair nasıl okutularak olunmuyorsa, tiyatrocu da eğitilerek olmuyor. Birisi ruhun, diğeri de karakterin dilidir. Tiyatrocu iç refleksleri buna göre yaratılmış insanlardan olur. Derviş mizaçlı bir insanı, içe dönük, toplumsal duyarlılığı olmayanları ne kadar zorlarsanız zorlayınız ellerini kaldırıp kendi etraflarında olsun bir defa döndüremezsiniz. Ama hamurunda bu varsa, onu yerinde tutamazsınız... İçgüdüleri onu yerinde durduramaz!.. Bakarsınız bir fırsatını bulur ve çıkar ortaya... Hasan Nail, bunlardan birisiydi. Tiyatro eğitimi görmemiş ama bu eğilimleri doğuştan getirmişti. 1960'ların bir Anadolu şehrinde, üstelik muhafazakârlığı davranış biçimi olarak algılayan bir şehirde bu işe kalkışması, şehrin merkeziyle de yetinmeyerek kazalara, kasaba ve köylere kadar uzanması bundan dolayıydı. O tiyatro'ya inanıyordu. Hayata gözünü tiyatroda açanın, hayattan ayrılırken gözünü kapattığı yer de o bir avuç alkışın yankılandığı dört duvar arası oluyormuş meğer. Hasan Nail Canat, hayatını tiyatrodan kazandı, birkaç yıl önce de orada da bitirdi... Mekânı cennet olsun. Gül yüzlü bir dosttu. Orada da gül yüzlülerle buluşacaktır umarım... ÖZ YURDUNDA GARİPSİN ÖZ VATANINDA PARYA Ümit Okutan: Neye niyet neye kısmet. Biz Ünver Oral üstadın serzenişlerini okurlarımıza duyuralım derken bir diğer usta Karagözcü Tacettin Diker'le karşılaşmayalım mı? İlerlemiş yaşına rağmen genç nesillere Karagöz'ün has dünyasından tebessümlükler devşiren Tacettin Usta, gemi üzerine kurulmuş ramazan çadırında izleyicilerin alkışları eşliğinde gösteri yapıyordu. Az sonra sahneyi bir başka usta sanatçıya bırakacaktı. Bildiniz, Hasan Nail Canat'tan söz ediyorum. Türk matbuatında onu en hakiki yerine koyan gazeteniz size bir iyilik yapıp şu tuttuğunuz Ramazan Günlüğü'nün sayfalarına da yıllar öncesinden onun kendisiyle ve yaptığı işle hesaplaştığı bir söyleşi sundu. Evet, usta o gün sahneye çıktığında Sakarya'yı son kez okuyor, yıllardır yanından ayrılmayan ekibiyle sahneyi son kez paylaşıyordu. Bendeniz takılmış tiyatrocuların peşine, nereye giderlerse oraya gitmeye, perde gerisinden pardon sahne arkasından notlar devşirmeye azimliyim ya, Üsküdar'daki gecenin ardından "gizemli" bir not bırakıp sırlara karışan Hasan Hoca'nın durumundan haberdar olmayan ekibiyle Samsun'a yola çıktım. Önce kağıtlarımı kaybettim. Ardından da kalemimi. Keşke bizim emektar daktiloyu mu getirseydim yanımda diye düşünürken, ismi lazım değil bir arkadaş, pandomim hareketleriyle bir dizüstü bilgisayarı tarif etti. Şimdi ben ona gereken cevabı verip, teknolojinin de yetişemeyeceği erdemlerden tam söz açacaktım ki, aracın telefonundan ulaşan ses, herkesi olduğu gibi beni de olduğum yere mıhladı... Eyüp Sultan'a doğru giderken, kendi kendimle konuştuğumu görenler kırklara karıştığımı iddia edebilirlerdi ama durum o minvalde değil. Bir sanatçının ölümünün güzel olup olamayacağını düşünüyordum. Acaba kime nasip olmuştu, "Yol onun varlık onun gerisi hep angarya, yüzüstü çok süründün ayağa kalk Sakarya" diyerek sahne hayatına son noktayı koyabilmek. Ömrü boyunca memleketin her yanına olumsuz örnekleriyle hatırlatılan bir sanat dalını, iyi oyunlarla göstermiş bir tiyatrocunun vedası sanatın asıl vazifesini de üstadın şahitliğiyle ortaya koyuyor gibiydi: "Sanat Allah'ı aramaktır" Yol bulundu ve güzel insan asıl güzellikle buluşmaya gitti. Olan da bana oldu. Hasan hocadan söz almış, şu Ramazan yorgunluğunun ardından bir söyleşi gerçekleştirecek, matbuat alemi yazılarımdan sonra ilk röportajımla tanıyacaktı beni. Bittiğimin resmidir bu, ama böyle. Hayatım boyunca Ümit Okutan'a bir söyleşi daha yaptırmak mümkün olmaz artık. Ben gazetelerin yazamadığını, kimsenin konuşamadığını size ileteyim de en azından farkımızı ortaya koymuş olalım. Sevgili editörüm Saadettin Acar'ın gayretleriyle renklenmiş bu "Ramazan Günlüğü"ne ıstırap verici şeyler yazmak istemem. Lakin durum, vaziyet ve ahval o meyandadır ki, işbu tekrar kelimeler bile durumun vahametini ortaya koyuyor gibidir. Ustalarının cenazesine katılabilmek için dualar eden ve duaları kabul olunan talebeleri, arkadaşları ve yakın dostları asıl üzüntüyü Hasan hocanın gidişinden sonra yaşayacaklardı. Önce ustanın 10 seneyi aşkın bir süredir ders verdiği Altunizade'den "artık tamam" ikazı aldılar. Kültür Müdürü Hamza Bey'in tüm çabalarına rağmen Üsküdar civarında elem verici hadiselerin yaşandığının bilinmesini isterim. Üsküdar Belediye Başkanı adına açıklama yapma yetkisi olan bir başkan yardımcısı Canat'a vefatından saatler öncesinde şu haberi yollamıştı: "Büyüklere yönelik oyun mu sahneye koymak istiyorsunuz. Geçelim bunları, isteyen gitsin Şehir Tiyatroları'nda izlesin bize ne?" Hasan hocanın moral durumunu bilmiyoruz. Ağzından çıkan sözü duymayan yardımcının sözünü hocaya ileten dost, bu konuda bir şey söylemedi. Bildiğimiz, o gece gerçekten gizemliydi! Yıllardır öğrenci yetiştiren, yetiştirdiği öğrencileri farklı belediyelerin ve kurumların bünyesinde hocalık yapan Hasan Nail Canat, çabasını destekleyen yönetimi son seçimde kaybedince, yeni dönemin nasıl geçeceğinin hesabını dahi yapamamıştı. MTTB'den yetiştiği bilgisini sahnede hocanın yanında izleyiciyle paylaşan Başkan, şu ana kadar ne hocanın ekibiyle konuşmuş, ne de durumla ilgilenmiştir. Vefayı gösteren bir başka belediye, Bayrampaşa oldu. Hocanın ekibi oyunlarını aynı şekilde sürdürdüler. Aynalar Yolumu Kesti, Üsküdar, Samandıra, Samsun, İzmit, Bayrampaşa ve Bolvadin'de oynandı. Sultanbeyli bu konuda farklı bir tutum sergiledi: "Hoca yoksa oyun da yok!" Canları sağolsun! Hasan Nail Canat Sahnesi Tiyatro Sıradışı, hocanın ailesine geliri bırakılan oyunlarını sahnelemeyi sürdürecek. Son iki program Beyoğlu ve Gaziosmanpaşa'da. Peki Hasan hocanın ismi sahnede yaşayacak mı? Öğrencileri adını sahnede yaşatacak elbette. Ama bir sahneye ismi verilecek mi sorusunu cevabını Goncagül versin. Arzuladığı gibi oldu durum ve Üsküdar bu konuda çıt çıkarmama rekorunu kırdı. Hocanın yakın dostu milletvekili Recep Garip, Altunizade'nin isminin Hasan Nail Canat Kültür Merkezi olarak değiştirilmesi gerektiğini söyledi vefatından sonraki günlerde, bir oyunun ardından hocanın öğrencilerine. Hasan hocanın Yasemen, Bir Küçük Osmancık Vardı, Moskof Sehpası, Kırımlı Murat Destanı, Gül Yarası, Bir Avuç Ateş gibi 15 baskı yapan romanları da yeniden baskıya girecek, bir başka yayınevi logosuyla. Bu arada bir başka ustayı da hatırlamadan geçemeyeceğim. Türk sinemasında milli değerlere önem veren ve ismi milli sinemayla birlikte anılan Yücel Çakmaklı, oyunculuğunu beğendiği ve filmlerinde oynattığı dostu Hasan Nail Canat'ın vefat haberini geç duydu. Sebebi mi? Gözlerindeki rahatsızlık. Katarakt ameliyatı olan büyük yönetmen kendi acısını unuttu bu haberi aldığında. Uzun süredir zihnimde dolandırıp durduğum bir isimdi Çakmaklı. Doğrusu beş yılı aşkın bir süredir rahatsızlıklarla boğuşuyor ve bir yandan da film çekme hayalini sürdürüyor. Bildiğim kadarıyla TRT için birkaç proje var ve Çakmaklı onların hazırlık çalışmalarını yapıyor. Türk sinemasına ayrı bir parantez açan bu büyük ustanın çok iyi filmler yapmaya devam etmesini, ilgili arkadaşların Yücel Çakmaklı'nın projeleri üzerine kendisiyle konuşmalarını diliyorum. İş işten geçtikten sonra ağlamanın sızlanmanın faydası yok! Yücel Çakmaklı'ya geçmiş olsun, Ramazanınız mübarek olsun... Ramazan boyunca yazabildiğim bu üçüncü yazıyla sanırım yazılarıma nokta koyabilirim. Ümit Okutan, neşeyle başladığı yolculuğunu rahatsızlık verici bir tonda bitirmekten dolayı üzgündür ama durum böyledir. Artık sahne arkası notları bitmiştir yazarınızın. Gerisi hep angarya... NE YAPTIN BE İHTİYARIM! HASAN NAİL'E GÜZELLEME... Abdurrahman Şen: Bugün aramızda büyük itibar gören... Gazete manşetlerinden, televizyon ekranlarından yüzü, artlarından şakşakçıları eksik olmayan nice ünlü var ya... Öylelerine emr-i hâk vâki olduğunda ardından neler söylenmekte ya da söylenecektir onların hiç düşündük mü? Bilemiyoruz, değil mi? Ölümünden sonra yaşanacak tabloyu merak ettiğinden, sağlıklıyken kendi ölüm haberini yayıp, insanların gerçek yüzünü merak eden sanatçılarımız bile olmuş zamanında... Refik Halit Karay gibi... Yaklaşık 30 yıl kadar önce mektuplaşarak tanıştığımız, birbirimize oyunlarımızdan bahsettiğimiz Hasan Nail Canat'la, ilerleyen yıllarda yüzyüze tanışma şansım da oldu. Hatta, 10 yıl önce birlikte oluşturduğumuz bir metni sahnelerken, aynı sahneyi paylaşma şansım da... Çok az insana nasip olacak biçimde, tiyatro sevdalılarından, hem de tamamen yerli tiyatro sevdalılarından oluşan genç bir ordu bırakarak, Ramazan ayının içinde aramızdan ayrıldı sevgili Hasan Nail'im... Özellikle 90'lı yılların başlarında kurduğumuz dernek çatısı altında, "yerli tiyatromuzun nasıl olması" gerektiğinden, memleket meselelerine kadar sancısını çektiğimiz bir çok konudaki sohbetlerimizi, bu gün daha bir özlüyorum nedense... Mesela; 1994 yerel seçimlerinin ertesi sabahını... Yerel seçimler yapılmış, RP seçimlerden galibiyetle çıkmış, bir çok il ve ilçede belediye başkanlıklarını kazanmıştı... 28 Mart 1994 günü öğleye doğru Fatih'teki büroya gelen Hasan Nail Canat, "asık suratlı"yı oynayarak kapıdan içeri girdi... -"Hayrola ihtiyar!" sorumu, -"Sonumuz geldi... Bundan sonra bize su yok!" diye cevapladı yarı tebessümle... -"Nasıl yani?" soruma ise; -" Nasıl olacak kardeşim... Bu güne kadar, seçimleri kazanmalarına yardımcı olalım, milleti hazırlayalım diye bizlere oyunlar veriyorlardı. Şimdi artık kazandılar. Bundan sonra bize ihtiyaçları kalmadı... Korkarım bundan sonra, bu güne kadar kendilerine sövenlerle daha fazla sıkı fıkı olacak, bizleri unutacaklar!" cevabını vermişti daha da artan tebessümüyle... İlerleyen yılların taa o günden çekilmiş fotoğrafıydı adeta bu sözler... Makamlar, nimetler dağıtılırken kimsenin aklına gelmeyenlerdendi... Ama... Karşılığında bir çıkar bulunmayan, angarya ve de meşakkatli bir işin çözümünde de ilk hatırlanan ve; "Üstadım... Şu meseleyi bi halletseniz!" ricasının muhataplarındandı... Yine aynı günlerde yaşamıştık böyle bir olayı... Bir Karadeniz ilimizden, hanımın biri can sıkıntısından bir oyun (?) yazmış ve bağlısı bulunduğu partinin liderine, "sahnelenmesi" isteğiyle ulaştırmış yazdıklarını... O lider de hemen; "Bu dosyayı Hasan Nail beye yollayın da okuyup baksın. Bize kanaatini ulaştırsın!" demiştir... Dosya Hasan Nail'e gelmiş, vakit ayrılıp metin okunmuş, kanaat bildirilmiştir ama... Harcanan emeğin karşılığını düşünen kimse çıkmamıştır... Mesela şu son 10 yıl içinde; Üsküdar Belediyesi'nin, düzenlediği tiyatro kurslarına "hoca" olarak Hasan Nail'i getirmesi dışında ciddî ve güvenceli bir destek gördüğünü söylemek ne yazık ki çok zor... Anadolu'yu çeyrek yüzyıldır karış karış gezen Hasan Nail'in evinde bu gün belki de 20 yıl öncesinden kalma alacak senetleri vardır... "İslâm uğruna mücadele" etme iddiasındaki parti teşkilatları, dernekler tarafından verilmiş ve ödenmemiş bu senetlerin tahsili ne zaman mümkündür bilemem... Yıllar önce bir ilimizde yapılacak bir toplantıya konuşmacı olarak davet edilmiştim. Konuşmamın bir bölümünde söz sanata ve sanatçıya katkıya gelmişti... O arada, salona girerken, Hasan Nail Canat'ın ekibiyle birlikte o şehre geleceğini belirten bir afiş dikkatimi çekmişti... Sahneden o gelişin tarihini sorup, bir hafta sonra olduğunu öğrenince de; "Bakın... Ben size bir tiyo vereyim... Bakmayın siz Hasan Nail'in Kayserili olduğuna... Ona gönülden yaklaşın... 'Sanat' deyin, 'dava' deyin bir şeyler deyin ve bu güne kadar bir çok kurum sorumlusunun yaptığı gibi parasının tamamını ödemeyin! Çok az bir ödeme yapın ve gerisine senet verin, söz verin! Nasıl olsa İstanbul'dan sizi birkaç defa arayacak... Sonunda, ettiği telefonların parası alacağına yaklaşınca aramaktan da vaz geçecek... Siz de ödemediğiniz parayla hizmetinize (?) devam edersiniz!" demiştim... Gülüşmüşlerdi sözlerime... Dönüşte Hasan Nail'le görüşememiştim... 10 gün kadar sonra büroya gelen Hasan Nail, selam sabahı tamamlamadan; "Allah aşkına, sen ..........'deki toplantıda benim hakkımda ne söyledin?" diye sormuştu gevrek gevrek... Neyi merak ettiğini sorduğumda; "Yahu gardaş... Ömrümde rastlamadığım kadar iyi bir karşılama oldu. Ve oyun bittikten sonra, teşekkür ederek, helallik dileyip kuruşuna kadar ödediler alacağımızı..." cevabını vermişti... Söylediklerimi aktarınca da gülmüş ve bana şu teklifte bulunmuştu; "O zaman her yere sen bizden birkaç gün evvel git aynı konuşmayı yap ta bir sezona olsun borçsuz girelim!" Şan, şöhret, makam, para peşinde koşmayınca... Hayattaki hedefleri az önce saydıklarım olmayan insanların lâyık olduklarını teslim edecek âdil insanlar da olmuyor zamanımızda... Yönetmen İsmail Güneş kardeşimin Çizme isimli filminde, son derece önemli bir karakteri canlandırmıştı Hasan Nail... "Çizme", Antalya Altın Portakal Film Festivali'ne giderken birkaç ödüle birden talipti... Ama yakın tarihimizi bilmeyenler, yanlı bakanlar Çizme'yi görmek istemediler... Festivalden aylar sonra, söz konusu jüride yer alan bir meslektaşıma rastladım... Oradan buradan konuşurken, söz Altın Portakal'a ve ardından yapılan tartışmalara geldi... Birden, jüri üyesi meslektaşım, Hasan Nail'le yakınlığımı hatırlayarak şu tarihî itirafta bulundu: "Çizme'de canlandırdığı, radyo tamircisi tiplemesiyle Hasan Nail bey en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü oy çokluğuyla kazandı. Ancak jüriden bir kişi oylama sonucuna itiraz edip, özel yakınlıklardan bahisle bir başka oyuncunun adını ortaya attı ve yeniden oylama yaptırdı... Ve az bir farkla da olsa, Hasan Nail'e verilmiş ödülün o ünlü arkadaşına gitmesini sağladı. Sen Hasan beye bu durumu anlat... Şahsım adına ondan özür dile... Hakkının yenmesine engel olamadım. O aslında artık Altın Portakal'lı bir sanatçıdır!" Maddî olarak alamadıklarıyla, ödenmeyen haklarıyla değil ama... "Hasan Nail" adını duyanların hemen hepsi; "....samimi... dürüst...iyi niyetli... hak yolun sahnedeki savunucusu... tam bir tiyatro, yerli tiyatro sevdalısı..." gibi övücü sözlerle anarlar Hasan Nail'i... Beyoğlu Belediyesi tarafından sinema dernekleriyle birlikte düzenlenen, Türk Sineması'nın 90'ıncı yıldönümünü kutlama programında, Hasan Nail'e de bir "özel ödül" verildi. Ödülü, küçük oğlu Ahmet'e verirken, yönetmen kardeşim İsmail Güneş, seyircilerle şu hatırasını paylaştı: "Gülün Solduğu Yer isimli filmimde Hasan Abi de oyunuyordu. Rol gereği oğluna atması gereken bir tokat vardı. Tokatı gerçekten atması gerekiyordu ki yüzdeki izlerini net ve gerçekçi biçimde alabilelim. Defalarca prova yapmamıza rağmen, Hasan Abi beklediğimiz tokatı atmıyordu... Tokatı yiyecek oyuncu bile yalvarıyordu ama nafile... Hasan Abi o tokadı atamadı... Rol olarak bile sertliğe yatkın değildi, kalp kıracak bir olaya giremiyordu." Sözü uzatmanın gereği yok. Gerçekten Anadolulu, saf ve iyi kalmayı becerebilmiş bir gönül insanını yitirdik. Umalım ki; öğrencileri arasından yerini dolduracak yerli tiyatro sevdalıları çıksın. Öksüz yerli tiyatro, ustalarından birinin daha eksilmesiyle yarıda kalmasın... Hasan Nail'in, "ihtiyar"ımın ruhu şâd olsun... Amin. DOSTLUĞA CAN ATANLAR Hüseyin Türkmen: Sanırım 1987 yılı bahar aylarıydı. Konya'da Selçuk üniversitesinde okuyan öğrencilerle abi kardeş ilişkisi içerisinde samimi ve sıcak ortamlarda sık sık bir araya geliyor hasbi hâller yapıyorduk. Sohbetlerimizde hemen her konu gündeme alınıyor enine boyuna tartışılıyor, değerlendiriliyor ve ortak kabuller ortaya konulmak isteniyordu. Sohbete katılan gençlerin ve insanların ortak özelliği ise okumaktı. Hemen herkes ulaşabildiği kaynağı inceden ince okuyor, yorumluyor ve hayata kazandırmak için bu dost meclisine taşıyordu. Çok yönlü tartışılan sayısız konulardan biride Türkiye Müslümanlarının kültür ve sanat anlayışları, konum ve tasavvurları idi. Yakın zamanda televizyon kanallarında gündeme gelen ve henüz gelemeyen bir nice konu ekranlardaki üslup ve entellektüel seviyeden çok daha seviyeli bir şekilde ele alınıyordu. Yani bu küçük dost meclislerindeki hasbihâller bir kimlik ve medeniyet inşasının temel taşlarını oluşturabilecek ilmi ciddiyet, mantık ve ölçüler içerisinde gündeme taşınıyordu. Genç öğrenci kardeşlerimizle kültür sanat başlıklı değerlendirmelerimizin ana konusunu şiir oluştururdu. Bir ara tiyatro konusu da gündemimize girmişti. Çünkü o yıllarda yeni yeni bir takım oyunlar gündeme geliyor, şehir şehir dolaşılarak yapılan turnelerle tiyatro sahnesinden insanlarımıza belli bir estetik içerisinde mesajlar verilmeye çalışılıyordu. Üstad Necip Fazıl'ın yaygınlık bulamayan ve metinlerde kalan önemli tiyatro eserlerinden ziyade Anadolu'da Abdullah Kars ve Hazreti Ömer'in Adaleti isimli tiyatro oyunu daha çok gündemde yer alıyordu. Hayat asla boşluk kabul etmez. Abdullah Kars'ın değişlik sebeplerle uzak kaldığı sahneleri sonraları hemen her yıl en az iki oyunla Hasan Nail CANAT ve sonradan hidayet bulan Ulvi ALACAKAPTAN dolduruyordu. Tabi bu ifadeler bizim taraf diyeceğimiz alandaki tiyatro çalışmalarıydı. Yoksa yıllardır köklü bir gelenek oluşturmuş sol içerikli çalışmalar hem devlet hem de dış desteklerle etkin bir şekilde hizmetlerini sürdürüyorlardı milli kültürümüzün evrensellik ve çağdaşlık adına yapılan bu hiçbir ahlâki değer ve kayıt tanımayan ecnebi mayalı çalışmalarla ne büyük ölçüde tahrip edildiğini görmek için çok da zeki olmak gerekmiyor diye düşünüyorum. İşte biz kültür-sanat birikimi olan insanlar olarak 1987 yılında özgün ajans isimli bir çatı altında sahne çalışmaları vermeye karar verdik. İnsanımıza öncelikle tevhid bilincinin kazandırılması noktasında görüş birliğine vararak Ashab-ı Kehf (Mağaradakiler) isimli oyunu hazırladık, Konya'da bir haftalık sürede iki sahne olmak üzere gerekli çalışmaları sonuçlandırdık. Oyunun sahneleneceği Kent sinemasının salonu hınca hınç dolmuş, iğne atılsa yere düşmeyecek bir yoğunluk oluşmuştu. Vali, Belediye Başkanları, Milletvekilleri protokolde ki yerlerini almışlar ve oyun başlamak üzereydi. Bendeniz de bu ilk oyunumuzda konumuma uygun bir rol alarak çoban Yemliha'yı canlandırmakta idim. Işıklar söndü ve oyun başladı. Sanırım beş-on dakika bile geçmemişti. Salonda bir takım kıpırtılar oluşmuştu. Göz ucuyla dikkat kesildiğimde ise birde ne görelim. Gerçekten heyecan verici ilginç bir manzara Hasan Nail CANAT hocam, Ulvi ALACAKAPTAN ve ekibi sahnenin önüne kadar gelmişler, çömelerek oyunu sessizce izlemek istiyorlar. Kendilerini tanıyan protokol ve izleyiciler de ise bir telaş ki bu değerli sanatçılarımıza yer bulunsun diye. Bu ilginç ve sürpriz katılım heyecanımıza daha bir heyecan katmıştı. Oyunumuzun sona ermesi ile birlikte oyun boyunca hem gülen hem de gözyaşlarını tutamayan izleyiciler müthiş bir alkışla takdir sağanağı oluşturmuşlardı. Seyircinin bu alkışları arasında selamlama seramonisinde bizde Hasan hocamızı ve Ulvi beyi sahneye davet etmiştik. Kendileri kısa ve özlü konuşmalarla oyunumuzu övmüşler ve bizlere teşvik edici çok önemli tavsiyelerde bulunmuşlardı. İyi hatırlıyorum Hasan Nail CANAT grubun en yaşlısı olarak beni gördüğü için bu oyunu Anadolu'nun diğer illerine de turneye götürüp götürmeyeceğimizi sormuştu. Bende inşallah beğenildiği kanaatini edinirsek turne düşünüyoruz demiştim. Kendiside bana bütün tecrübe ve samimiyeti ile oyununuz çok güzel, metin, müzik, kostümler dekor ve oyuncuların performansı. "Siz dedi bu oyunu Anadolu'nun her köşesine taşımazsanız kendinize zulmetmiş olursunuz, bende gücenirim" diyerek bizleri gerçekten önemli bir şekilde teşvik etmişti. Sohbetin sonunda bizde kendisine söz verdik ve bu minval üzere hem bu oyunumuzu hem de diğer oyunlarımızı seksen il ve ilçede çok çoğun izleyici karşısında sahneleme imkanı bulmuştuk. Daha sonraları da kendileri ile karşılaşma imkanı bulmuş sıcak ve samimi dertleşmelerimiz olmuştu. O dönem kendileri "Kara Geceler Efendim" isimli oyunun turnesini yapmaktaydılar. Sanırım 1994 yılı yazıydı. Anadolu Fuarında Belediye Kültür Müdürlüğümüzün davetiyle şehrimize gelmişti. Derin kültür birikiminin eseri olan kitaplarını imzalatarak alıp; çocuklarıma armağan etmiştim. O zaman 5-6 yaşlarında olan evlatlarım Muhammed ve Yasin'i de yanıma alarak Hasan Nail hocamla tanıştırmış ve elini öptürmüştüm. Aynı yıllarda şehrimizdeki yerel televizyonlardan birinde yöneticilik yapıyordum. Bosna-Hersek teki din kardeşlerimiz katliamlarla acımasızca yok ediliyordu. İnsanlar diri diri toprağa gömülüyordu. Bu arada elde ettiğim Hasan Nail Canat hocama ait "Bosnalı Çocuk" şiirini bu katliam görüntüleri eşliğinde bir klip şeklinde okumuş ve yayınlamıştım. İyi hatırlıyorum bir hafta süreyle televizyonun telefonları kitlenmişti. Halkımız tekrar tekrar bu şiirin yayınlanmasını istiyordu. Elbette sanatçı yaşadığı çağın ve çevrenin aynasıdır, şahididir. Şahsen Bosna-Hersek trajedisi ile ilgili bizim cephede Hasan abinin yazdığı şiir kadar etkileyici başka bir şiire ve metne rast gelmedim. Daha sonra biz onu Deli yürek, sırlar dünyası ve kalp gözü gibi dizilerde izlemeye başladık. Hep o bildik ve gerçek haliyle bizden biri olarak. Bir hadis-i şerif de "insanlar dünya hayatında sanki bir rüyada gibidirler; öldükleri zaman uyanıklığa ererler" buyurulmaktadır. Gerçektende sonsuz varlık alemi içindeki ömrümüz bir göz yumup açma gibidir. İçinde bir nice dostlukların, çilelerin yaşandığı bir rüya... Ölümün insan üzerindeki etkisi hayatın etkisinden daha acı ve keskindir. Öldüğüne şahit olduğumuz her yakınımızla bizde şok oluyor adeta ölüp-diriliyoruz. Yüreğimizdeki bir sızı, gözlerimize ılık damlalar halinde süzülüp geliyor. Elbette "O'ndan geldik ve dönüşümüzde O'nadır." Ben, Hasan Nail Canat Ağabeyimin hayatını sabır ve çile ile, hayır ve bereketle değerlendirdiği kanaatindeyim. Dostları O'nu hep hayır ve hayranlıkla anacaklardır. Kitapları ve oyunları yaşamaya, yangın yeri olan yüreğinden kıvılcımlar saçmaya devam edecektir. Kayseri'mizde dostları olarak belediyemize gereken başvuruyu yaptık. Bir mahalle, cadde, park veya sokağa "Hasan Nail Canat" isminin verilerek ahde vefa borcumuzu kısmen de olsa ödemeyi ümit ederim. Bu dileğimizde, hayırla sonuçlanır ve en azından bu değerli dostumuzun ismi ile birlikte yaşamaya devam ederiz. O'nu hep hayır ve onurla hatırlayacağımızdan ve anacağımızdan eminim. Ruhu şâd, mekanı cennet olsun. Amin. Hasan Nail Canat'a ithaf Sevmek bir ateş gibi alev alev gönülden Yaşamak sessiz serin bir denizin dibinde Kadere boyun eğmek ibret alıpda gülden Çekilmek tane tane hayatın tesbihinden Alkış tutmak temizce beslenen duygulara Ötenin ötesinden hayalin zirvesinden Nağme nağme saldırmak karanlık kaygılara Ve bayrak açmak şanlı insanlık bestesinden Ayrı ayrı arzular birlikte birleşseler Ve kilit vursa dünya kötülük kapısına Kutlu sırlara kalpde derin mabet eşseler Varlık nurda kavuşsa ebedi yapısına VADE DOLDU BEYLER!.. Ömer Altan: Zaman akıp gidiyor. Durdurma şansımız olmadığını biliyoruz. Ardımızda birçok şey bırakıyoruz. Bunları geri getirmek gibi bir imkanımız da yok. Elimizde kalanlar ise ya bir fotoğraf, ya tozlanmış bir obje ya da onların da içinde olduğu bir "anı"... O kadar. Anlıyoruz ki; geçmiş bir daha gelmemek üzere geçmiş, gelecek de bir çoğumuz için belirsiz. Ya gelir, ya da gelmez. Aslında her şey bugünde saklı. Ne yapabiliyorsak bu günde yapıyoruz işte. Ondan sonraki "ahlar", "vahlar" işe yaramıyor. Gidenler ise gelmiyor. İşte bir ağabeyimizi daha kaybettik. Tiyatro sahnelerinde geçti ömrü. Hem de mücadeleyle. Tiyatroyu sevdirme savaşı verdi; inancını sahnelerden anlatabilmek için uğraştı; maddi imkansızlıklara rağmen ayakta kalabilmek için gayret sarf etti... Tiyatrocular yetiştirdi. Misyonunu taşıdı. Karış karış Anadolu'yu dolaştı. Uğraştı, uğraştı, uğraştı... Sonrada her tiyatrocunun hayal ettiği gibi son ana kadar sahnede kaldı ve ebedi olan aleme taşındı. Hasan Nail Canat; hakkında artık ne söylesek olmayacakmış gibi geliyor. Anılar var şimdi elimizde. Onun nasıl bir insan olduğunu anlatacak. Oyunları var sayısı bilinmeyecek kadar çok insan tarafından yıllardır seyredilmiş olan. Diziler, filmler var... Kitapları var daha önemlisi... Öğrencileri var... Aslında hepsini bir daha gözden geçirdiğinizde; onu bir daha hatırlayabilir, tekrardan tanıma şansına sahip olabilirsiniz. Zaten onun için en büyük kazanç da bu olsa gerek. Giderken geride bir şeyler bırakmış olmak... Peki buraya kadar tamam da... Ya geride kalan boşluk. Uğruna yıllarını verdiği tiyatro; kendisini zevkle seyreden ve onu bu işin ustası olarak kabul edenler tarafından yeterince anlaşıldı mı? Cenazesinde onun gibi sanata-kültüre gönül vermiş bir grubun dışında orada olması gereken ve onun sahnelerden-perdeden-kitaplarından anlattıklarıyla yetişenler, bu gün işgal ettikleri makamlarının sıcaklığından mı yerlerinde kalkamamış, ona son görevini yapamamışlardır? Bu gün onun için "şöyleydi-böyleydi" diye konuşanlar, dün neredeydiler? O bir ömrü "tiyatro-tiyatro" diye harcarken, meydan birilerine kalmasın diye koşturup ter dökerken, onu seyredenler, şimdi ne yapmak istediğini anlamışlar mıdır? Çok şey söylenebilir aslında. Ama neye yarar. Ona hakkettiğini verebildik mi? Aslında bu sorunun cevabı da artık önemli değil biliyor musunuz... Artık geçti beyler! Vade doldu. Yapacak bir şey kalmadı. Şimdi anılarla avunalım. O zaman size bir anı; ya da bir fotoğraf... Aynı dernek çatısı altında çalıştığımız günlerde; Hasan Nail Canat'ı yılın tiyatrocusu seçmiştik. AKM'de düzenlediğimiz törende ödülünü verdik... Ödülünü almaya geldiği AKM Küçük Salonu'nun kapısında Abdurahman Şen ağabeyime "masrafa soktunuz beni" demişti; o gece için aldığı takım elbiseyi göstererek... Sonra gece bitti. Herkes dağıldı. Çıkışta Hasan ağabeyi gördüm. Soğuk, hafif yağmurlu bir geceydi. Ödülünü ceketinin içine saklamış, yağmurda koruyor, otobüs durağına yürüyordu... Yılın tiyatrocusu... Bir süre öylece onu seyrettim... O an sonraları da aklımdan çıkmadı. Hala da çıkmıyor. Ben Hasan ağabeyi hep böyle hatırlayacağım. Allah rahmet eylesin... ARDINDAN Birol Cürgül: On yıldır pek öptürmekten hoşlanmadığı elini sıkamadığım ilk bayram günü bugün. Ardından ne kadar üzülsek, ağlasak boş. Bir ramazanın başında, bir oyunun sonrasında, bir sahurun ortasında, bir turnenin öncesinde, apansız, şaşkın mimiklerle bırakıp gitti bizi. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun. Bundan iki yıl kadar önce ses tellerindeki ciddi bir rahatsızlık nedeniyle hastanede yatmış, ameliyat olmuştu. Uzun süren bir tedavi sonucu tamamen kaybolan sesini biraz kayıpla geri kazanmıştı. O zamanlar aklıma, cevabını bulamadığım bir soru takılmıştı. Hak vaki olurda bir gün ben hayatta iken Hasan Abi'yi kaybedersek biz ne yaparız....? Ve korktuğum başıma geldi. Onun ardından yazmak ne kadar da zor... Hasan Abi ile 1994 yılının Haziran ayında Adım Sahnesi'nin 'Sağır Köyün Sultanları' adlı oyunuyla Usta Çırak şeklinde başlayan beraberliğimiz 1995 yılı Eylül'ünde Üsküdar Belediyesi Altunizade Kültür ve Sanat Merkezi Tiyatro Kursunda Hoca Öğrenci, 1999 Nisan'ında Kayınpeder Damat olarak devam etti. Fakat o her zaman Hasan Abi olmayı tercih etti. Söz kesildikten sonra gülerek; "Birol, şimdi sen bana Baba mı diyeceksin?" diye sordu. Ben de ona "bilmem ki abi, hiç düşünmedim ama biraz tuhaf geliyor, sen nasıl istersen öyle söyleyeyim." dediğimde "bana da tuhaf geliyor sen yine Hasan Abi demeye devam et" dedi. Kırk yıllık sanat hayatı boyunca maddi manevi sayısız zorluklara katlanarak sürdürdü çalışmalarını. Fakat güçlü iradesi ve inancıyla, üstlendiği misyonu devam ettirmeye ve insanlara sanat yoluyla Allah'ı anlatmaya devam etti. Yazdığı kitaplarla, oynadığı oyunlarla, radyo programlarıyla, tv ve sinema filmleriyle halkın teveccühünü kazandı. Madde hiçbir zaman inandığı değerlerin önüne geçmedi. Oynadığı oyunların birçoğunun parasını ya hiç alamadı, ya da hıncahınç dolu bir salona oynamasına rağmen 'Abi sen bizdensin idare et, şunu kabul et' denilerek anlaştıklarının da altında bir miktar para verilerek yollandı Anadolu'nun birçok derneğinden. Üzüldü, kırıldı, ama vazgeçmedi.. 1994 yılında sahneye koyduğu "Bana Mahşeri Anlat" oyununun masraflarını karşılamak için ne yapacağını düşünürken, kızı kolundan künyesini çıkarıp vermişti. O künyeyi bana bozdurmam için verdiğinde utancımdan yüzüne bakamamıştım. 30 yılını bu sanata adamış bir sanat adamı bu şartlarda oyun sahneliyordu... Sanat adına, insanlık adına, genç nesillere ışık tutabilmek adına her şeyi yaptı. Yapamadığı tek bir şey vardı hayatında; dinlenmek.. Onun lugatında tatil diye bir kelime yoktu. Sürekli bir dersten diğerine, bir oyundan ötekine, bir film setinden başka bir sete koşturdu durdu. Sanırım hayatının en zor günleri hiçbir şey yapmadan hastanede geçirdiği birkaç gündü. Ve bir de sesini tamamen kaybetme korkusu yaşadığı günler.. Onun yaşantısı, eserleri, kişiliği gibi konular böyle bir yazının değil ancak bir kitabın konusu olabilir. Fakat onunla ilgili birkaç şey anlatmak istiyorum. Bazı sohbet ortamlarında, son yıllarda birçok bölümünde rol aldığı Sırlar Dünyası, Kalp Gözü ve Ekmek Teknesi programlarındaki rollerine atıfta bulunarak; hocam sizi herkes "Şeyh","Hızır" rolleriyle tanıdı, sizi "Şeyh","Hızır" zanneden bir sürü insan var denildiğinde espriyle; "ben şeyhliğimi ilan etsem bir sürü müridim olur. Herkes şeyhliğimi ilan etmemi bekliyor zaten.." diyerek güler herkesi de güldürürdü. Evet o bir şeyhti, tiyatro kurslarında yetiştirdiği yüzlerce öğrencinin, Marmara FM'de sesini ulaştırdığı yüzbinlerce dinleyicinin, kitaplarını okuyan on binlerce insanın her seferinde yüreğinde ve beyninde sarsılmaz, silinmez bir yer edinen, dertlilerin derdini dinleyen, kafası karışıkların problemlerine çare üreten, maddi sorunları olanlara elinden geldiğince yardım eden, yalnızların dostu, kiminin babası, kiminin dedesi, kiminin abisi, kiminin kardeşi, kiminin hocası, dini konulardaki derin bilgisinden dolayı kiminin şeyhiydi. Ama en çok da sanat hayatına kazandırdığı sayısız öğrencisi ve sahne arkadaşlarının gözünde o bir tiyatro şeyhi idi. Bizler de onun müridleri olmaya çalıştık. İnşallah bizlere verdiği eliyle ona hakkıyla mürid olmaya şimdi daha fazla gayret göstereceğiz."Adım Sahnesi" ni gerek onun oyunları, gerekse onun bize kazandırdığı sanat anlayışıyla oluşturacağımız yeni oyunlarla yaşatmaya devam edeceğiz. Şeyhimizin şeyhinin de dediği gibi O, Surda Bir Gedik Açtı, rüzgarın yönüne aldırış etmeden ve "Kim Var" denildiğinde arkamıza bakmadan "Ben Varım" diyerek onun açtığı yoldan yürüyeceğiz... Allah Ona Rahmet, Geride Kalan Ailesine, Dostlarına ve Tüm Sevenlerine Sabr-ı Cemil İhsan Eylesin. Amin... ERİK AĞACI DESTANI Bu destanı ne ilham perileri getirdi şairlere, ne de gece sancıları... Bosna-Hersek'li çocuklara yazıldı bu destan Dev gibi devletlere, Birleşmiş milletlere rağmen Sana rağmen, bana rağmen bir milyar kardeşe rağmen Pınar bakışlı çocuklara sıkılan kurşunlarla yazıldı bu destan... Çare değil korkak dualarımız, Kulaklarına ezan okunmuş çocukların, Gözbebeklerine saklanmış korkulara, Ve yangın yerine dönmüş ana yüreklerine Çare değil konforlu gözyaşlarınız. Yıkılmış şehir duvarlarının emdiği acılara... Bosna-Hersek'te, Işığın ve derenin süslediği bir erik bahçesinde, Gün yüzlü çocuklar yarışıyordu kuş gölgeleriyle... Çocuklar, çocuklarımız... Oyun yorgunu, okul yorgunu çocuklarımız. En güzel akşamları getirir annelerine, Yazılmamış insan sayfaları yavrularımız. Ah görmeliydiniz erik bahçelerini, Ve çocuk yüklü dalların sevincini, Kurulmuş pusulardan, soğuk namlulardan habersiz Mor eriklere yetişmek için küçük ellerin, Yeşille savaşı görmeliydiniz. İnci dişler, can eriklerin can damarlarına Isırılmış baharlar çiziyordu. Dere boylarına yatmış gölgeler, Yorgun ikindiler getiriyordu. Bir canavar sürüsü yaklaştı erik bahçelerine Kara çizmelerinde karanlığı taşıyarak Tekmeleyerek utanan yeryüzünü Kalpleri mühürlü sevgiye ve gökyüzüne... Bunlar Sırp askerleriydi, Tükürülmüş yüzleri kirli ve utanmasız. Kurşun yağmuruna tuttular çocuk yüklü dalları. Soğuk namlular, ölüm çığlıklarıyla ısındı... Göz bebekleri korkudan düşecek gibi çocukların Endişe; baykuş gölgeleri gibi gezindi temiz yüzlerinde... Gökler ve melekler şaşırdı, tarih kalemini kırdı... Gözleri çakmak çakmak Sırp haydutlarının, Yürekleri köpek leşi gibi kokmuş, Şeytan salıncak kurmuş beyinlerine, Zaferin en kirlisi ile sırıtıyorlar Gökyüzü utanıyor gördüklerinden, Ve yeryüzü utanıyor. Ağaçlar saklayamıyor konuklarını. Kuşlar uçup kurtuluyor, Ama çocuklar uçamıyor... Kırılan dallar gibi düşüyor çocuk ölüleri... İnsan insanlığından üşüyor, Şehir ayaklanıyor silah seslerine, Korku ve endişe çırpınıyor sokaklarda. Anneler, yağmur yüklü bulutlar gibi abanıyor çocuk ölülerine, Göz yaşları kırılmış çiçeklere can veremiyor. Gökler dolusu çığlık, yürekler dolusu merhamet, Ölümü yenemiyor. Ve can çiçeği çocuklar, Artık şarkı söylemiyor. Vahşet devam ediyor, analar direniyor. Mermiler ana yüreklerine vız geliyor, Onlar ölü çocuklarından bir tebessüm dileniyor. "N'olur aç gözünü, gülümse... Konuş benimle, konuşta canımı iste..." Ant olsun gölgeleri yere seren ikindilere Duyduğum acılara, bildiğim kelimeler yetmedi Vahşet yetmedi, zulüm yetmedi, Mum söndüren üflemeler yetmedi Şehirleri alt-üst eden fırtınalara... Boyunlarına kadın tırnaklarından kolyeler takan, Kolları bağlı yiğitlerin öfkeden çıldırmış gözleri önünde Namusları kirleten, Sırp canilerini anlatmaya gücüm yetmedi. Bu destan, şehit çocuklara yazıldı. Ana çığlıklarına sıkılmış kurşunlarla, Kulaklarına ezan okunmuş çocukların kanlarıyla yazıldı Dev gibi devletlere, Birleşmiş milletlere rağmen, Sana rağmen, bana rağmen, bir milyar kardeşe rağmen, Dünyanın neresinde olursa olsun "Yaralı bir müslümanın acısını yüreğinde duymayan, Kamil mü'min olamaz" ölçüsüne rağmen. Bu destan bu çağda yazıldı. Hasan Nail CANAT KOCAKARI İMANINI YAKALAMAYA ÇALIŞIYORUM Röportaj / Coşkun Yılmaz Merhum Hasan Nail Canat'la bu konuşmayı, sözlü/sohbet kültürümüzün radyoya uyarlanmış bir örneğini oluşturan AKRA FM'de, Divana Gelenler programında yapmıştık. Vefatından epey önce, 1997'de yapılmış bu konuşmayı, Saadettin Acar'ın da vefasının bir yansıması olarak vefatının ardından sizlerle paylaşmak istedik. Dolayısıyla o tarihleri düşünerek okumak gerekir. Umarız rahmete vesile olur bu gufran ayında... Saçlar aklaşmış, hayatın yokuşlarını tırmanmak mı sizi bu kadar yıprattı? Hiç kimsenin yapmak istemediği bir işe talip olduk. Tiyatro işine girdik. Tiyatroyu bir başka türlü yapma, bu milletin özüne, değerlerine saygılı olarak yapma işine girdik. Önümüzde kılavuzlarımız yoktu. Tabii ki çok zorlandık. Tiyatroyu herkese anlatmak durumundaydık. Bu uğraş bizi erken yaşlandırdı. Eskiden baba rollerine girmek için makyaj yapardık, ama artık makyaja gerek yok sanırım... Nerede doğdunuz? 1943 Kayseri'de doğdum. Hastanede doğmadım, evde de doğmadım. Tarlada, açık hava doğumuyla doğmuşum. Babam eğitmendi. Öğretmenliği tam hak etmemiş olanlara bu deniyormuş yani. Ahdi vardı, "sen vaaz edeceksin, ben de cemaatin ön saflarında senin coşku dolu konuşmaların karşısında ağlayacağım" diye. İlim adamı olmamı çok istiyordu. Ama karşısına ilim adamı değil de bir film adamı olarak çıktık. Peki babanız bu duruma sitem etti mi? Tabii ki öncelikle bu duruma pek alışamadık. Beni evlatlıktan reddetti. Ben de hali pek anlatamadım. Baba bedduası alırım korkusuyla karşısına çıkamadım. Kayseri din görevlileri adına Moskof Sehpası oynunu oynarken, babamı din görevlilerinin özel davetlisi olarak tiyatroya çağırttık. Oyunda benim oynayacağımı bilmiyordu. Oyunu seyrettikten sonra ne tür bir tiyatro yaptığımızı somut olarak gördü. Tiyatroya ne zaman başladınız? Bu zamana kadar profesyonel anlamda tiyatroya başladığım tarihi 1966 olarak söylerdim. Bu tarihten önce de dönem dönem tiyatroyla amatörce uğraşlarım oldu. Birgün "ben niye tiyatroya dört yaşında başladığımı söylemiyorum" diye düşündüm. Babam daha dört yaşında iken beni sırtına alır, Kayseri'nin en meşhur vaizi Demirci Osman Efendi'nin vaazlarına götürürdü. Eve döndüğümüzde de iskemleyi ters çevirir içine minder kor, başıma da sarık sararak Osman Efendi'nin taklidini yaparak vaaz verirdim. İlk okulda bütün faaliyetlere İmam Hatip okulunda bütün faaliyetlere katılırdım. Peygamberimiz dünyayı oyun ve eğlence olarak vasıflandırıyor. Siz de bu oyun içinde bir oyun oynamayı seçtiniz. Kendime bir slogan edinmişim: Günah işlemeden bir sanat yapacağım. Bununla sınırlamak alanınızı sınırlamıyor. Evrensel olma şansını kaybetmiyorsunuz. Günah işlemeden de evrensel sanat yapabiliyorsunuz. Hem de kimseye zarar vermeden bunu yapıyorsunuz. Oyunculuğunuz size dünya hayatının oyun ve oyuncak olduğunu daha iyi anlamada yardımcı oluyor... Tabii ki kolay hissettiriyor. Müslüman zaten kadere inanır. Bu hayatta kendisine sadece tulüat yapma hakkı tanınıyor. Siz bu tüluatından sorumlusunuz. Yazılmış metin var ortada. Kaderde değiştirilmeyecek yerler vardır. Ama cüzi iradenizle değiştirerek bileceğiniz yerler vardır. Tiyatroda buna tulüat deniyor. Tulüat yapma yetkisi verilmiş size yani. Yaptığınız tiyatroyu hangi sınıfa dahil ediyorsunuz? Tiyatro kategorilere ayrılıyor. Ben bu kategorilerden herhangi birine dahil değilim. Dram ile daha iyi anlatılabileceğine iman ediyorsam onunla anlatırım. Trajedi en uygunu ise anlatımda onu yaparım. Komedi, klasik ve modern bir oyun da oynayabilirim. Anlatacağım şeyin en güzel bir şekilde anlatılması. Bunun adı henüz yapılmamış. Tiyatro hiç bir ölçü, hiç bir değer kaale almıyor. Evrensel ismine böyle bir mana veriyorlar. Evrensel olma insanların anlayacağı dili kullanma anlamına gelir. Hakkaniyet ölçülerini çiğneyeyim diye sanat yapmıyorlar. Evrensel olma bütün insanlarda var olan duygulara hitap etmedir. Yaptığınızı alternatif olarak mı görüyorsunuz, yoksa geleneksel sürecin devamı olarak mı değerlendiriyorsunuz? Ben kendimi geleneğin devamı olarak da değerlendirmiyorum aslında. Bizde hep söylenir, Orta oyunu, Meddahlık ve Karagöz devam ettirilmeli diye. Ancak ben bunların bir şartla devam etmesinden yanayım. Nedir o şart? Orta oyununun metinlerinin tamamını okudum ben. Bugün bunu oynamaya kalkarsanız insanlar bunlardan hiç anlamaz. Orta oyununda nostaljik olarak aynı metin veriliyor. O tür bir oyunla kimseyi kandırmadığınızı, kimseyi uyutmadığınızı söylüyorsunuz. Bugüne kadar kaç oyunda oynadınız ve bu oyunlar arasında kendinizi ifade ettiğinize inandığınız oyunlar hangileri? Bir Avuç Ateş. Üstün İnanç'ın sahneye koyduğu II. Abdülhamid Han. Ki bunun yazarı da Necip Fazıl Kısakürek'tir. İbrahim Sadri'nin de yazmış olduğu "Efendi Hayrettin Süper Star" adlı oyunu. Şimdi de Ulvi Alacakaptan'ın sahnelediği "Başkasının Ölümü" adlı oyunlar kendimi bulduğum ve benim ben olmamda büyük katkısı olan oyunlardır. Rolle gerçeğin karıştığı ve zorlandığınız anlar oluyor mu? Evet ama bu daha çok klasik tarzdaki oyunlarda çok olur. Klasik tarz tiyatroda konsantre olmak zorundadır. Olmazsa olmazlarındandır. Salona girer girmez dışardaki kişiliğinizi bırakarak, sanatçı kimliğinize bürüneceksiniz. Sahnede de rolünü oynayacağınız kimsenin karakterine konsantre olacaksınız. Bu kadar yoğunluk ve değişiklik insanı değiştirir. Bir anda kendinizi kaybedip rolünüzü oynadığınız, canlandırdığınız kimsenin kimliğine, kişiliğine büründüğünüz oluyor mu? Bu ilk zamanlarda çok oluyor. Çok başarılı oyuncularda bu görülür. Çünkü rollerine çok aşırı konsantre olurlar. Bir arkadaşımız vardı subay rolü için askeri üniformasını giydiğinde ona basit işler yaptıramazdık. Bunu gözlemledik. Sinemaya ne zaman başladınız? 80'lerde. İlk İsmail Güneş'in televizyon için yaptığı Süleyman Nazif'i anlatan iki bölümlük "Kara Bir Gün" isimli bir diziydi. Süleyman Nazif bir vatansever rolündeydi. İngilizlerin İstanbul'u işgaliyle yaşananları anlatıyordu. O günden bu güne gerek sinema gerek dizi filmi olmak üzere sinema televizyon için yaklaşık yüze yakın filmde oynadım. Ama sinema bende ikinci planda kaldı. En beğendiğiniz sinema oyunu hangisi? Severek oynadığım seyrederken de iyi ki ben bu filmde oynamışım dediğim iki film vardır. Biri, Mehmet Tanrısever'in Sürgün Öğretmen'i, ikincisi de İsmail Güneş'in Çizme adlı filmleridir. 1950'leri anlatan bir filmi vardı, bilirsiniz tek parti dönemini anlatan. Karadenizlileri anlatan. İki film de beni çok etkiledi. Tiyatro ve sinemada kendinize öncü olarak kabul ettiğiniz sanatçı bir kimse var mı? Yerli oyunculardan çok beğendiğim kimseler var. Biri Yıldırım Önal, rahmetli oldu. Gerçekten ben onu seyrederken adeta çarpılırdım. Etkileyici ve değişik bir ses tonu vardı. Özelliği olan bir sese sahipti. Öyle konuşmaya çalışmazdı öyle konuşurdu. Sahnede bu sesi biraz daha bariz şekilde duyulurdu. Bunun gibi oyununu taklid ettiğim kimseler vardı. Ancak tarzını, felsefesini taklit etmeye çalıştığım sanatçı yoktu. Tiyatrodan çok bahsettik ancak, hayat sadece tiyatrodan ibaret değil. Tiyatro dışında, sahne arkası var. İmam Hatip mezunu olduğunuzu söylediniz. Lise sonrasında eğitiminizi devam ettirdiniz mi? Konservatuara girmek istedim. Ancak, konservatuara girmek çok zordu. Büyük torpil gerekiyordu girmek için. Bu da bizde yoktu ve tiyatroya başladım. Yüksek tahsil yapmadım. Tiyatroya başladığımda bir fabrikaya girdim. O güne kadar Kayseri'de tiyatrodan en çok anlayanlar arasında yer aldım. Büyük Doğu'nun takipçisi idik. Necip Fazıl'ın talebeleri olarak tanınıyorduk. Büyük Doğu dergileri okuyorduk. Arkadaşlar tiyatro faaliyetlerinde bulunduklarında mutlaka beni çağırırlardı. Hz. Osman diye bir oyunu sahneye koydular. Ancak o zaman bu büyük şahsiyetlerin tiyatroda sahnelenmesi taraftarı değildim. Bugün de değilim. Ama yine de gittim yardımcı oldum arkadaşlara. Sonra bu arkadaşlar dağılma tehlikesi geçirdiler. Biz de fabrikayı bırakmak zorunda kaldık. Arkadaşların yardımlarına koştuk. Böylelikle bilfiil tiyatroya girmiş olduk.
Şiir vardı, 66, 67'de çıkardığım, ancak çok erken çıkardığımı itiraf etmeliyim, Yalnızlar Rıhtımı diye bir şiir kitabım vardı. Şiire nasıl yöneldiniz? Biz Büyük Doğu'ya öyle sarılmıştık ki Necip Fazıl ne yapıyorsa biz de onu yapıyorduk. Konferans da veriyorduk, şiir de yazıyorduk. Tiyatro yetenek ister, şiir yetenek ister. Ancak şairlik yanınız değil, oyunculuk, tiyatroculuk yanınız daha çok biliniyor, değil mi? Hani itiraf ettiğim şey vardı ya, erken bastırdığım şiir kitabı, daha tanınmamışken böyle bir şiir kitabı çıkardım. Bu kitap uzun yıllar pek satılmadı. Yani şiir kitabını erken çıkarmanın bana zararı oldu. Bu beni şiirle uğraşmaktan değilse de şiirlerimi bastırmaktan uzak tuttu. Zaten tiyatro da bütün vaktimi alıyor, Bu tür uğraşılara fırsat vermiyordu. Daha çok zamanımızı tiyatro alıyordu. Ne zaman evlendiniz? 1963'te. Bana katlanan bir hatun var Allah'a şükürler olsun. Sizinle evlendiğine pişman olmamıştır herhalde? Hanım olmasa da kayınvalide, ben tiyatrocuya kız vereceğimi bilmiyordum, diyordu. Ancak biz oyunculuğumuzu burada da göstererek bütün bunların hepsi geçecek sabret diye kandırmasını biliyorduk... (tatlı tatlı gülüyor) Ha bir de şunu hatırladım, bir bayram ziyaretine gitmiştim. İnsanın sabrını ölçmek için çaya tuz atarlarmış. Ben bunu bilmiyordum. Kayseri'de bölgesel de olsa, sabrı denemek için böyle bir sınav yaparlarmış. İsyan mı edecek, sabır mı gösterecek daha başka ne gibi tepkiler verecek diye böyle bir sınav yaparlarmış. Böyle bir imtihan da benim başımdan geçti, önüme içi tuz dolu çay getirdiler. Tabi bilmiyordum. Bir yudum aldım, aman Allahım. Dışarıya da belli etmemeye çalıştım. Sohbet esnasında çaktırmadan çayımı kayınpederin çayıyla değiştirdim. O da benim çayı yudumlamamı teşvik etmek için çayı bir yudumladı, önce kocaman gözleri açıldı, bir kayınvalideye, bir etrafına bakındı çaktırmamaya çalışarak, çayı dökmeye koştu. Daha sona gülüşmeler ortalığı aldı. Kaç çocuğunuz var? Şu anda, biri imam hatip okulu mezunu kız, biri ilk okula giden erkek olmak üzere iki çocuğum var evde. İki de evli çocuğum var. Bunların büyüğü oğlan, küçüğü kız. Oğlandan iki, kızdan üç torun var. Evet dede olduk. Artık, "dede, dede" diye bağırıyorlar. Size dede denmesinden rahatsız oldunuz mu? Hayır sırası geldiğinde insan bekliyor bile. Aslında bu size bir uyarı anlamını da taşıyor. Çocuklar sizi dede diye çağırdığında artık vaktinizin daraldığını da devamlı hatırlatıyorlar. Bu ikazları alıyoruz. Çevreniz sizi nasıl tanıyor. İnsanların sizin hakkınızda neler düşündüğünü araştırdınız mı? İnsan realitesinde olduğu gibi, insan etrafında nasıl bilinirse öyle olma gayreti vardır. Tanınmış insanların hayatlarının zorlaşması da biraz buna bağlı. Birileri parmağını uzatarak işte bu Hasan Nail Canat diye gösteriyor. Siz de bu tarihten sonra daha dikkatli yaşamaya başlıyorsunuz. Davranışlarınıza dikkat ediyorsunuz. Giyim ve kuşamınıza dikkat ediyorsunuz. Tiyatrocu olmama rağmen içe dönük bir kişi olarak tanınırım. Sahneye veya mikrofona geldiğimde iyi iletişim kurarım. Ancak ikili ilişkilerde girişken olmadığımı çevrem bilir. Gördüklerimle hemen tanışmak, iş güç sormak, tavsiyelerde bulunmak gibi şeylerde biraz zayıf olduğumu bilirler. Hasan Nail Canat'a sorsak, "Canat nasıl bir insandır?" diye... Dünyanın en zor sorusu. Ben sahneden şöyle anlatıyorum: Yalın kılıç sahnelerde mücadele veren biri olarak, metni oynarken metinde geçenlerle birlikte kendimi de anlatmaya çalışırım. Ben de her insan gibi kahramanlıkları, zaafları, günahları olan bir insanım. Parayı sorumsuzca harcayan, zaman zaman da parasız kalan biriyim. Evin geçimini nasıl sağlayacağımı düşünürüm genellikle. Zaman zaman sadaka için ayırdığımı harcadığım olmuştur. Bu günahları da işleyen biriyim. Sabahlara kadar bir kaç vatanı kurtarırken sabah namazını kurtaramayan biriyim. Klasik bir Türk insanıyım. Klasik Türk insanında bulabileceğiniz şeyleri bende de bulabilirsiniz. Kocakarı imanı denen imanı yakalamaya çalışıyorum. Annem sağında cennet solunda cehennem varmış gibi yaşayan bir kadındı. Ama elifi görse mertek sanırdı. Ben de herhalde annemden etkilendim. İmanın sıcaklığını damarlarımda hissetmeye çalışıyorum. İnancımdan taviz vermemeye çalışıyorum. Konferans vermeye giderken gördüğüm ekmeği yerden kaldırmaya tenezzül etmemeyi büyük bir eksiklik olarak görüyorum. Dediniz ki hanımı hep kandırırdım "ileride hep iyi olacak" diye, bu durum devam ediyor mu? Yok o kadar da değil. Artık hiç kanmaz oldu, akıllandı. Şimdi o beni kandırıyor. Roman yazarlığınız da var, biraz da bundan bahsedelim. 1980 yılında biliyorsunuz ihtilal oldu. Oyunlarımızı organize edebileceğimiz dernek ve vakıflar kalmadı. Türkiye'de öğretmenlerin öğrencilere özet çıkarmaları için ödev verecek roman sıkıntısı yaşadıklarını görmüştük. Öğretmenler en az zararlıları ancak tavsiye edebiliyorlardı. Böyle bir ihtiyacı farkettik. Kafamda da bir proje vardı: oyunlarımızı romanlaştırmak. 80 ihtilalinden sonra böyle bir ihtiyaç çıktıktan sonra da oyunlarımı romanlaştırmaya başladım. Seksenlerde başladı roman yazma harekatımız. İlk yazdığım roman Osmancık'tı. Hangi yayıncıya verdiysem okudu ve çok beğendiler. Basıldıktan sonra da ilk baskısı üç ayda bitti. Bugün elimde dokuzuncu ve onuncu romanlarım var. Tam piştiğine inanmadığım için bunu yapmadım. Romanlarımın en az baskı yapanı üç baskı yaptı, en fazla baskı yapan onuncu baskıda. İlk, orta ve lise öğrencilerine yönelik romanlar bunlar. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından da tavsiye edilmiş romanlar. Tiyatroculuğunuz, sinemacılığınız, romancılığınız devam ediyor mu? Evet, Şairliğiniz...? Zaman zaman. Babalık, dedelik de devam ediyor. Babalık, dedelik, ev geçindirme telaşı devam ediyor. Türkü söylediğinizi de duyduk. Çok güzel şiir okurum ama güzel türkü söylediğimi söyleyen olmadı şu güne kadar. Biraz mırıldansak. Şiir oku derseniz okurum ama iyi olmadığım bir alanda beni zorlamanız bana zulüm olmaz mı? (gülüyor) Tiyatro müzikle iç içedir. Bir çok müzikal oyunda ortaya koyduk ama Türkü söyleyemediğim gibi bir enstürüman da çalamam. Belki kulağım kötüdür. Gençlere bir mesajınız var mı? Evet bu klasik ama çok önemli bir soru. Tiyatro gerçekten zor bir sanat. Özel yeteneklerin yanında özel imkanlar da istiyor. Tiyatro yapmak isteyen gençlere yönelik söyleyeceğiniz şeyler nelerdir? Tiyatro çok zor bir olay. Özellikle de bizim yapmak istediğimiz tiyatro çok zor. Niye derseniz. Çünkü bugün çok zor günler yaşıyoruz. Takibata uğrayan tiyatro eserleri var... Niye takibata uğradıklarını bilmiyorum. Hiç kimseye haksızlık yapmak istemem. Bilmediğim konuda konuşmam, bu konuda da detaylı konuşacak değilim. Oyunları seyretmeden haklarında hiç bir şey söyleme yetkisine sahip değilim. Ama gözlerimizin önünde bazı kanunlar çiğneniyor. Şöyle çiğneniyor: Hiçbir oyun metni daha önceden hiçbir kurum tarafından istenmez. Bu anayasal bir emirdir. Hiç bir kurum oynayacağınız oyunun metnini isteyemez. Ama bugün yetkililer televizyonlarda boy gösterip, Valiliğe verdikleri metin ile oynadıkları oyun arasında şöyle farklılıklar var gibi laflar ediyorlar. Aslında bunlar bakın bizler göz göre göre kanunları çiğniyoruz diyorlar. Kanun koyucular kanunları çiğnerlerse, asıl kanunlara uymakla görevli insanlara kanunlara uyup uymadıklarını sorma hakkı da olmaz. Ben bunu söylemek zorundayım, gerçekten gözümüzün önünde böyle fecaatler oluyor. Ben tiyatroda fazla ses çıkarmaya, fazla gürültü çıkarmaya, insanı tahrik edici şeyleri yapmaya taraftar değilim. İnsanlara insani değerleri anlatan bir yerdir. Tiyatro benim niçin en güzel bir sanat dalıdır. Ben gülün yaprağına, gülü incitmeden şarkı sözü yazmaktır diye tanımlıyorum tiyatroyu. Böyle hassas bir sanatın icra edildiği yerlerde, buralarda sloganvari kaba saba şeylerin yapılmasına karşıyım. Böyle davrandığınız sürece, seyirciye hiçbir şey veremezsiniz. İnsanlar tiyatroya niçin gelirler? İnsanlar tiyatroya birşeyler için gelirler. Buraların asıl maksadı budur. Halk okuludur. Birşeyler anlamak, hoşça bir vakit geçirmek için gelirler. Su içmek için pınara gelene, haberi olmadan içeceği suya ilaç zerketmeye çalışmak doğru değil. Tiyatroya gelen, tiyatro seyredecektir. Eğer bir hastalığı varsa gider doktora. Ha şuna da hakkımız yok: Bir kimse hangi inanca bağlı olursa olsun inancıyla, yuvasıyla, ülkesine bağlılığıyla, akraba ve insanî ilişkileriyle alay etmeye de hakkımız yok. Bütün değerlere saygılı davranmak zorundayız. Hindistan'da yaşasaydık, ineklere saygısızlık yapamazdık. Bu ülkede de bu milletin çok asil değerlerine saygısızlık yapamayız. Tiyatronun, sanatın genel felsefesini anlattıktan sonra söyleyeceğim şudur: Eğer tiyatro yapacaksanız tiyatroyu bilmeniz lazım, tiyatroyu öğrenmeniz lazım. Ve tiyatro yapacağınız zaman karşınıza çıkan zorluklar, sizi şimdiden yıldırmamalı. Toplumun saygın yerine gelip oturacaksınız. Bunun da bir faturası var, bu faturayı da öğreneceksiniz. Çok teşekkür ediyoruz, geldiniz, sohbet ettik. Tarihçe-i hayatınızın bir muhasebesini, özetini yaptınız. Bütün bunlardan sonra neler hissettiniz? Çok değişik bir röportaj oldu. Bir birine benzeyen röportajlardan bıktığım şu dönemlerde çok ilginç sorularla karşılaşmam doğrusu beni şaşırttı. Güzel oldu. Kendimi anlatırken kendimi sorgulama fırsatı da buldum. Çok sağolun, Allah razı olsun. HAYAL VE HAKİKAT İbrahim Şahin: ...bir rüyanın efsunlu salıncağından gerçeğin kolları arasına ansızın düşüvermek gibi bir şey, ya da bir daha dönmeyeceğini bile bile hüzün kıskacından el sallamak gibi giden bir dosta; geride kalanlar için yürekte yangınlar tetikleyen benzeri duygularla kuşatılmışken her nefes, gidenler için de başka başka coşkular, sancılar ya da kıvranışlardır mukadder olan... Bu gerçek genelde tüm canlıların, nefslerin, özelde ise tüm insanlığın değişmez kaderidir. Hayat akışı içerisinde kimi canların bir tabirle çırayla, mumla aradığı, özlemle beklediği bir yolcuyken, kimileri için de adının bile ürperti verdiği, ağızların tadını bozan, gönüllerin huzurunu kaçıran çetin bir bela o... Gerçekliği tartışılmaz olmasına, yollarımızın kesişmesinin bir gün kaçınılmaz olmasına rağmen hep unutmak istediğimiz, belki de yok sayarak kendimizi unutmak, yok saymak gafletine düştüğümüz, sükut eden görünümünün ardında kendisini hep hatırlatmaya çalışan ısrarlı bir münadidir o... O bütün gerçeklerin aynası, tüm kuruntuların cevabı, tüm yolların sonu ve başlangıcı, tüm yalanların tartışılmaz gerçeğidir. Hayatın hangi mevsiminin desenlerini ve nefesini taşıyor olursak olalım hücrelerimizde, yorgun sular gibi dökülüveririz onun koynuna. Bitkin rüzgarlar gibi uysallaşıveririz, tüm hayat devinimlerimiz,çırpınmalarımız, çalkantılarımız diniverir onunla karşılaşınca... Dünya adına konan tüm hedefler bir bir kaybolmaya başlar ufukta, hayaller ve arzular amansızca siliniverir güçlü bir el tarafından;güneş söner, ay söner, kaybolur bulutların gizemli derinliklerinde, yıldızlar göz kırpmaz olur, lambalar söner, zifiri bir karanlıktır artık her yeri, her şeyi çepeçevre kuşatan. Her şey karanlığa gömülür ve kalıverir insan orta yerde yalnız ve çaresiz... Ne mal fayda verir insana; geride kalmışsa eğer, ne makam, ne çevre, ne itibar, ne de güç, her şey talihsiz bir iflasla karşı karşıyadır artık... Sözün "Eyvah" ya da "Selâm" olduğu mekânın ebedî ve kuşatıcı atmosferi altındadır artık insan. "Keşke"ler kâr etmez, pişmanlıklar geçersiz akçeler gibidir, geri dönüş özlemleri ham hayaller gibi hiç bir fayda sağlamaz, köprüler yıkılmış, pusula kaybolmuş, tüm yönler yitirilmiş, tek bir yön kalmıştır dönülecek ya da yürünecek... Yalanlar, yalancılar, aldatıcılar, aldananlar hepsi zilletin batağındadırlar birlikte, gerçeklerden başka bir şey yoktur artık; biteviye gerçek... Ölüm bu kadar gerçekken hayatı yalanların kıskacında, vehimlerin savrulmalarında talan etmenin insanlara kazandıracağı hiç bir şey yoktur düşünebilenler için... İnsana yakışan ve fayda verecek tek şey; bilinç kaymalarının tetiklediği baş döndürücü, yıpratıcı ve çürütücü anaforlardan yakasını kurtarmaktır. Bu ise genelde tüm insanların, özelde ise Müslümanların hayatı insani ve ahlaki değerlerle tezyin etmesiyle, onlarla ziynetlendirmesiyle mümkün olacaktır hiç şüphesiz. Yüce Yaratıcının lutfettiği insanın fizikî ve ruhî yapısını ideal anlamda besleyip doyuracak, tatmin edebilecek zenginlikteki değerler insanlığa yepyeni bir ufuk kazandıracaktır; ışığı ta ukbadan yansıyan ve bir Rahmet kundağı gibi sarıp sarmalayan... Fakat insanlık nefs, heva, heves, emel ve arzuların çetin kuşatması altındadır. Şer odakların oluşturduğu dalgalarla büyüyen ve derinleşen çalkantı ve anaforlarımız kalitesiz, puslu ve kaypak görüntüler yansıtmaktadır beyinlere ve yüreklere; bu çalkantılar kimi zaman sinsi fiskelerle, kimi zamansa çılgın dalgalar halinde dövmektedir yüreğimizin ve irademizin direnç duvarlarını, onları zayıflatmakta hatta tahrip etmektedir... Elde etmiş olduğumuz her şeyi, bütün nimetleri bilinçsizliğin, bencilliğin ve tekebbürün serseri rüzgarlarına kapılarak "bunlar benim, ben kazandım, ben başardım" ukalalığına tutsak oluveriyor kimilerimiz kimi zaman. Bütün bunların nedeni kainatı sonsuz irade ve kudretiyle kuşatan yüce yaratıcının varlığına ve kudretine olan inancımızın güçsüz, dayanaksız ve cılız olmasıdır. Bu itibarla pusulamızı ve rotamızı bilinçli seçmeli hayatımızı mümkün olduğunca dinginleştirmeli, hayat denizimizde hoyrat dalgalanmalara ve çalkantılara vesile olabilecek nefeslerden korumalı ve arındırmalıyız onu... İnsan gerçekte; avcı ve batak ya da uçurum arasında sıkışıp kalmış yavru ceylanlar misali hayat ile ölüm arasında sıkışmanın aczi ve çaresizliğini solumaktadır lisan-ı haliyle. Hayatını devam ettirebilmek için dünyadan elde etmek zorunda olduğu her şey bir nefes istemekte, alıp verdiği her nefes ise onu ölüme daha da yaklaştırmaktadır. Ecel ile arasındaki mesafeyi görememekte, idrak edememektedir insan; " her an ona hazırlıklı, uyanık olunsun ve o çetin anla karşı karşıya kalacağı anı zaman ve mekân olarak bilmenin tedirginliği yaşanmasın" ve daha bir nice ilahi hikmet gereği olarak. Ama insan bu ilahi lütuftan bigane bir anlayışla hep ecel ile arasındaki mesafe çok uzakmış rahatlığıyla hareket etmekte, kendisini hep taze, genç ve ölüme uzak bir menzilde görmektedir, hep tedbirsiz ve savruk davranmaktadır; ta ki ecel onu hayaller, arzular ve emeller durağında apansız yakalayıncaya dek... Unutulmamalıdır ki taptaze filizler, cezbedici tomurcuklar ve alımlı çiçekler de yenik düşmektedir ecelin kasırgasına; ulu çınarlar gibi... Yine unutulmamalıdır ki; ecel şerbetinin kaza, bela, hastalık, coşku, mutluluk ya da hangi kadehle, hayatımızın hangi mevsiminde elimize tutuşturulacağı hiç belli değildir. Bir bilge ozanın veciz bir şekilde ifade ettiği gibi anlamlı yorumlanmalıdır hayat ki gafil ve hazırlıksız bir şekilde kaptırmayalım yakamızı onun aman vermez pençesine... "Bugünü düşünürüm, dün geçti, yarın var mı? Gençliğime de güvenmem, her ölen ihtiyar mı?" Bu bilinç ölümle yan yana başı dik yürümeyi öğretir insana. Bu bilinç hayatı ve ölümü gerçek kimliğiyle tanımlayabilmeyi ve ona göre tedbir ehli olmayı öğretir insana, yani hayata da, ölüme de minnet etmemeyi; her ikisini de vuslata vesile bilmeyi... Ölüme minnet etmemek; karşılaşma anında gafil yakalanmamaktır ona. Belki de hayatı ölümsüzleştirebilmek yakacaktır ölümün canını., ölümün ağzının tadını bozmak;onun sırrını çözmekle mümkün olabilir belki de; yeni bir hayatın giriş kapısı olduğu bilinç ve rahatlığıyla karşılamak onu bize ölümsüzlük avantajı sağlayacaktır ve birde dünyanın bizden aldıklarına karşılık ondan koparabildiklerimizin gittiğimiz alemde geçer akçeler olması gayret ve seçiciliğini... Bilinmelidir ki; dünya ile tüm ilişkilerimiz bir yükleniştir, bir iz bırakmaktır; mazimize ve geleceğe. Bizden sonra geleceklerin ardımızdan, gideceğimiz mekân ve makamlarda da yüzümüze karşı okunacak olan bir hatırattır, ferdi tarihimizdir; utanacağımız ya da onur duyacağımız... Yaşamak bir sanattır; hayatın elimize tutuşturduğu malzeme ya da imkanlarla icra ettiğimiz. Bir oyundur hayat; senaryosu kısmen yaratıcı tarafından, kısmen de kendi düşünce, inanç ve yönelişlerimizle yazılan, bize ayrılan süre içerisinde sahnede kaldığımız ve rolümüzü oynadığımız; yuhalandığımız ya da alkışlandığımız bir oyun... Ticaretimiz, siyasetimiz, edebiyatımız, sanatımız, sosyal girişimlerimiz ve aile hayatımız, hülasa tüm yapıp ettiklerimiz dünya sahnesinde oynadığımız bir rolden ibarettir; ödülünü ya da cezasını bir sonraki perde açıldığında alacağımız... Bilinmelidir ki; ukbaya yolculuk aşamasında da ektiğini biçer insanlar. İnsan kimi zaman başlangıçta hep kendisi için, kısır çıkarları için dar bir alanda harcar ömrünü, kimi zaman birliktelikleri, guruplaşmaları maksadını aşan bir yorumla putlaştırarak derin bir bağnazlık kuyusuna atarak kendisini hareket alanını daraltır, soğuk duvarlar örer diğer insanlarla arasına, kimi zaman da bu dar alan dahi tatmin etmez olur kendisini ve kendi içine, ferdiyetçi bir zannın hücresine hapsederek kendisini yalnızlığı solur en yoğun ve boğucu şekliyle... Eğer o gün geldiğinde hâlâ kıramamışsa insan benlik ya da ferdiyetçilik kafesini ve hâlâ hayatı bir muhabbet ve fedakarlık atmosferinde insanlarla paylaşarak yüreklerde bir ışık yakamamışsa, hatıra bunalmış birkaç tanış, ya da birkaç yakın akrabanın sorumluluk duygusuyla oluşuverir onu ukbaya yolcu edenler kervanı; muhabbetsiz, aşksız, sevgisiz bir şekilde... Ya da o gün geldiğinde; dünyadan göçümüz toplanıp ukbaya doğru kaçınılmaz sefer başladığında yüreği firakın hicranıyla birlikte, sevgi ile çarpan dost yürekler yürür ardımızca. Tertemiz hatıralar, bembeyaz izlerdir bizden geriye kalan ve onların hissettikçe yüreklerini coşturan. Böylesi bir yolculuğu hak etmiş olanlar ukba ile ilgili hayata da ümit ve muhabbet penceresinden bakabilen bahtiyarlar olacaktır... Eğer hayatı boyunca olumlu, pozitif enerjiler yayabilmişse insan etrafına;inanç, sevgi, dostluk, şefkat, adalet, bağışlama ve benzeri insani ve İslâmî değerler yönlendirmişse beynini ve yüreğini. Bu olumlu değerlerden neşet eden enerjileri depolayabilmişse hücrelerine, satır satır, zerre zerre nakşedebilmişse hayat günlüğü olan defter-i amaline, ölüm karanlığı da dahil hiç bir karanlık onu etkileyemez artık. Böylesi bir hayatın sanatkarı bilsin ki; dünyadaki her şey ve herkesle yollarının ayrıldığı, hayatını aydınlatan tüm ışıkların ecelin güçlü üfleyişiyle bir anda söndüğü o günde bu aydınlık, bu yüz ağartıcı birikimleri güçlü bir jeneratör gibi hemen devreye giriverecek ve bütün karanlıklar savrulacaktır etrafından. Yepyeni bir dünya kurulacak onun için, yepyeni bir güneş doğacak; ışığını İlahi Rahmetin nurundan İlahi izzet ve ikramın sürurundan alan... Bu duyguları taptaze ve yoğun bir şekilde yaşadım bir önceki sayıdan bu yana. Kültür, sanat ve edebiyat alanında yıllarca hizmet vermiş, bir başka ifadeyle ömrünü bu alana vakfederek sessiz ve derinden bir çabayla yüreklere güzellikler nakşetmeye çalışmış bir yürek işçisini, bir gönül adamını, bir büyük ustayı; Hasan Nail CANAT'ı uğurladık ikinci perdede buluşmak üzere dar- ı beka'ya... "Bir Küçük Osmancık Vardı, Nur Dağındaki Çocuk, Yaralı Serçe, Bir Avuç Ateş" ve diğer onlarca romanla, "Efendi Hayrettin, Süper Star, Kara Geceler, Bir Avuç Ateş, Sen Neredesin" ve diğer onlarca tiyatro oyunuyla, "Sürgün Öğretmen, Hasret, Minyeli Abdullah, Sahibini Arayan Madalya" ve onlarca sinema filmi yanında, "Deli Yürek, Ekmek Teknesi, Sır Kapısı, Kalp Gözü" ve benzeri onlarca televizyon dizisiyle arkasında dopdolu yaşanmış, toplumun karanlık yanlarını biraz olsun ışıtabilmek için mum gibi yanarak tüketilirken bereketlendirilmiş bir hayat bırakıp Rabbine yürüdü bu güzel insan. Selam olsun ona... Yine ta yirmili yaş yıllarımızda başlayan ve gittikçe karşılıklı sevgi ve saygı atmosferinde gelişen bir dostlukla yılların yapraklarını birlikte eskittiğimiz bir güzel insanı, bir gönül dostumu, bir can kardeşimi, bir adam gibi adamı Nuri BAHÇECİ dostumu uğurladım sırtında yüz ağartıcı hediyelerle doldurduğunu umduğum amel çıkınıyla birlikte ebedî aleme, bana kalan ise firakına olan hüznüm, dostluğuna olan gönencim, imanına, sabrına ve tevekkülüne olan şahitliğimdi... Şahit olabildiğim kadarıyla bir Kur'an aşığıydı o. Tanış olduğumuz ilk yıllarda yarım yamalak bildiğimiz Kur'an-ı Kerim'i gereğince okuyabilmemiz için göstermiş olduğu sevgi dolu ve disiplinli çabayı, zaman zaman kendine has güzel sesiyle okuduğu Kur'an'la yüreğimizde meydana getirdiği manevî iklimleri, kimi konularla ilgili olarak yapmış olduğumuz istişarelerde ortaya koymuş olduğu ilkeli, sağduyulu ve olgun duruşunu, pamuk gibi yumuşak ve merhamet dolu yüreğini hep heyecanla ve Rahmetle anacağım bu güzel insanı.. Selam olsun ona.. Ve yine; tanış oluşumuz onlarca yıl öncesine dayanan, dostluk ilişkilerimizi hep erdemli bir çizgi ve seviyede devam ettirdiğimize inandığım, bir çok hayırlı sosyal girişimlerimizde elinde bulunan imkanlar el verdiği ölçüde fedakarlıktan kaçınmayan bir nadide dostun, bir güzel insanın, Mustafa ÇAPAN kardeşimin yürek yangınına şahit oldum bayram arefesinde; henüz yaşamının 18'li yıllarında, hayatının baharında iken ötelerden, ruhuyla can bulduğu gerçek ruhtan aldığı "gel!" çağrısına icabet eden sevgili oğlunu, dini yeniden diriliş gününe değin sürecek olan bir firak hicranıyla ve takdirine muti bir yürekle Rabbine uğurlarken. Yusuf'unu yitiren Yakub'un Rabbinden dilediği şeydir bu dostum için de. Dileğim, Mevla üzerine sabır yağdırsın aziz dost, Sabr-ı Cemil dilerim... Bu güzel kardeşlerimi ve bir zulüm arenasının, bir ateş çemberinin tam orta yerinde, bir sırtlanlığın pençeleri arasında, Nemrutlara, Firavunlara, Neronlara Rahmet okutacak bir vahşete imza atan medeniyet maskeli insanlığın yüzkarası müstekbirler vesilesiyle yüce Mevla'nın şehitler edinerek katına aldığı aziz şehitleri muhabbet ve rahmetle anıyorum. Ruhları şad, mekânları Cennet olsun.... ÖLÜMÜN SOBESİ Bitkin düşer adım yollarsa yorgun Uysallaşır gönül halsiz ve durgun Kanat çırpmaz yürek hayata kırgın Mevtin mesajını aldığı zaman Aşka hazan düşer firaka bahar Artık notalarda yalnız hüzün var Bir hasret koması kaybolan yıllar Ayrılık saati çaldığı zaman Kayıp gider her şey sanki heyelan Sırrını açıklar hokkabaz yalan Uyanırmış gibi derin uykudan Sekeratı mevte daldığı zaman Makam bir hayaldir malın kar etmez Ölüm bu dünyayı sana yar etmez Kuşatır bir gerçek tükenmez bitmez Ecel adresini bulduğu zaman Dünya bir hayaldir ölümse gerçek Titrek bir mum hayat her an sönecek Ruh gurbetten sılasına dönecek Dünyada mühletin dolduğu zaman Damar kana dargın ten cana küskün İflas etmiş lügat dil dönmez suskun Özlemler perişan hayaller şaşkın Has katip kaydını sildiği zaman Güneş doğmaz olur yıldızlar kayar Çare olmaz ne dost ne yaran ne yar İnsan ötelerden bir mesaj duyar Gasiller kefeni sardığı zaman Dostların omuzu salıncak olur Kara toprak müşfik bir kucak olur İman yoksa eğer dilin lal olur Münker nekir sual sorduğu zaman Pişmanlık kar etmez ümitler biter Dostların el birlik üstünü örter Başlamıştır artık dönülmez sefer İmam telkini verdiği zaman Gerçek dost Allah'tır ukba has mekan Dünya sürgün ülke, ahiret sılan Ölüm vuslat için koşan küheylan Ecel şerbetini sunduğu zaman Yusufum aldanma dünya malına Yatırırlar bir gün ecel salına Kat ne olur mevlam has kullarına Göçüm huzuruna vardığı zaman Yusuf AKYÜZ SANATÇININ KADERİ Meryem Mahir: Einstein'a fizikçi arkadaşları: "Şu izafiyet nazariyesini bize anlatsan da öğrensek" demişler. Einstein da onlar şöyle cevap vermiş: Geçenlerde doğuştan kör olan bir dostumla parkta oturuyorduk. Oradan sütçü geçiyordu. Dostuma: "Süt içer misin?" diye sordum. "Süt nedir?" dedi. "Beyaz bir sıvı" diye açıklamaya çalıştım. "Sıvıyı anladım da beyaz nedir?" dedi. "Kuğu kuşunun rengidir" karşılığını verince: "Kuşu anladım ama, kuğu nedir?" dedi. Ben de: "Canım hani göllerde yüzer, eğri boyunlu kuş var ya!" dedim. Bu sefer de dostum: "Boynunu anladım da eğri nedir?" dedi. Bunun üzerine elini tuttum ve omzundan başlayarak, bükülmüş dirseğinin üzerinden geçirerek: " İşte eğri budur!" dediğimde sevgili dostum: "Haa, şimdi sütün ne olduğunu anladım" diye cevap verdi. İşte ben izafiyet nazariyesini izah edersem, siz de onu ancak gözleri hiç görmeyen arkadaşımın sütü anladığı kadar anlayabilirsiniz!.. Bugün biz de sanatçısını tanıma gayreti içinde olmamış, sindire sindire bir sanat eseri okumamış olanlara sanattan ve sanatçıdan bahsederek Einstein'la aynı sonuca varırız. Bu nedenledir ki, günümüzde pek çok sançtı gerçek değerini bulamamakta; gelecek nesillere aktaramamaktadır. Ramazan ayının manevi havasının yaşandığı Üsküdar Ramazan Vapurunda 20 Ekim 2004'te Necip Fazıl Kısakürek'in "Aynalar Yolumu Kesti" şiirinden uyarladığı tiyatro oyununun sergilenmesinden sonra, Hakk'ın rahmetine kavuşan değerli sanatçımız Hasan Nail Canat da bunlardan bir tanesidir. O, cana yakın, babacan, gayretli ve tatlı bir tiyatro emektarıydı. Sanat dünyasından bir yıldız daha kaydı ya da bir çınar daha devrildi diyebiliriz O'nun için. Toplum olarak inancımızın değerinin farkında olursak, bireyler olarak da birbirimizin değerini çok iyi anlarız. Bu nedenle Ramazan Ayı'nda ortaya çıkan bayram coşkusu, huzur ortamı, inancımızla yoğrulmuş bir medeniyetin ürünü olarak düşünülmeli ve bu mübarek ay fırsat bilinmelidir. Üsküdar Belediyesi de bu son Ramazan'da vapurda düzenlediği etkinliklerde pek çok sanatçıya ve sanat olayına fırsat hazırladı. Üsküdar Belediyesi adına Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım'dan aldığı plaket son aldığı ödül oldu. O gece belediyenin Ramazan Hatıra Defterine şu notu düştü: "Bu gece çok güzel ve gizemli". Bu gizemde aynı gecenin sahurunda ebediyete göç edeceğini hissetmesi mi saklıydı acaba? 1943 Kayseri doğumlu olan sanatçıyı TV dizilerinde, sinema filmlerinde, kendi yazdığı tiyatro oyunlarında seyrederken kaçımız Kayseri'li olduğunun farkındaydık? Acı olan, vefatından sonra olsun ona sahip çıkmayan hemşerilerinin tutumudur ne yazık ki!.. Birikimlerini, on yıldır Altunizade Kültür Merkezi'nde oyunlarını sergileyerek; çocuklara ve gençlere tiyatro dersleri vererek değerlendiren sanatçı, ahlaki ve İslami içerikli eserleriyle geleneksel tiyatronun örneklerini verdi. Aynı zamanda Türkiye'yi il il dolaşan sanatçı, çocuklar için yazdığı oyunlarla onlara, erdemli, iyi ahlaklı, imanlı olmayı aşılamaya çalıştı. "Hayvanların başı yularlı, çocuklarının başı boş bir toplum" durumuna düşmekten korktuğu için midir bilinmez, çocuklara tiyatro eğitimi verirken çok hassas davranıyor; onları iyiye, güzele, doğruya yönlendirmeye çalışıyordu. İyi bir karakter oyuncusu olmayı başarmıştı. Kalp Gözü'nde zor durumda kalan insanların imdadına yetişen Hızır gibiydi. Yaşamı boyunca eserlerinde tarihten örnekler sunarak insanoğlunun ne olursa olsun dürüstlükten, doğruluktan ayrılmaması gerektiği gerçeğine toplumun dikkatlerini çekmek için adeta çırpındı durdu. Toplumun dikkatini aile mefhumunun önemine çekmek için uğraştı hep, Kayseri'li hemşerileri kendisinin farkında olmasa da. Edebiyatımızın ve kültür hayatımızın müstesna şahsiyetlerinin, kendisini sanatçı zannedenlerin arasında kaynayıp gittiği günümüzde Hasan Nail Canat gibi pek çok değerlerimizin de yitip gideceği aşikardır. Hele bir de şu günlerde "Bizans Çocuğu" olduğumuzun idea edildiğini düşünürsek, durum daha da vahim görünmektedir. Üstad Necip Fazıl Kısakürek bir yazısında şöyle diyordu. “Sanatkarı olmayan devir, küçük bir zaman parçasını bile fethedebileceğini ummasın. İstikbale sözü olan devirler, mektuplarını, san'at güvercininin gagasına teslim ederler". Onun içindir ki, Büyük İskender taş üstünde taş bırakmamak niyetiyle girdiği bir şehri askerleri talan ederken, onlara şu emri verir: "Şehri tarlaya çevirin! Fakat meydan yerindeki şair heykeli, olduğu gibi kalsın!.." Büyük İskender'in sanata ve sanatçıya verdiği değeri, günümüzde sanatçısına gösteremeyenler şunu bilsinler ki: Hasan Nail Canat'ın şahsında daha pek çok abide şahsiyetin isimleri, bu toplumun sanatseverlerinin gönlünde yerini bulmuştur. "BİR AVUÇ ATEŞ" ÜZERİNE Sait Özer: Televizyon, sinema ve yazın dünyasının yakından tanıdığı bir ismi, hemşehrimiz Hasan Nail Canat'ı geçtiğimiz günlerde kaybettik. Önce beyaz perde de ve daha sonra televizyona aktarılan uzun metrajlı filmlerde; yine kısa sürede halkın büyük beğenisini toplayan hikmetli ve ibretli televizyon dizilerinde bugüne kadar onu hep iyi bir karakter oyuncusu olarak seyrettik. Bununla birlikte yazdığı tiyatrolar ve romanlar Hasan Nail Canat'ın sanatı, sanatın da onu nasıl topyekün kucakladığının güzel bir delili olarak gösterilebilir. Berceste Dergisi'nin Hasan Nail Canat'ın vefatından sonra yayınlanacak ilk sayısını Hasan Nail Canat özel sayısı olarak plânladığını öğrendiğimde buruk bir sevinç duydum. Ben bu emektar insanlara karşı gösterilen kadirşinaslık örneğinin aslında onlar henüz hayattayken gösterilmesi gerektiği kanaatindeyim; ancak ne yazık ki bu insanların birçoğu bırakın yaşarken hatırlanıp taltif edilmeyi, vefatlarından sonra bile kısa sürede unutulup gitmektedir. Bu açıdan olaya bakıldığında Hasan Nail Canat özel sayısı yapan ve bir anlamda hem hemşehrimiz hem de önemli bir sanat adamı olması hasebiyle üstada karşı bir anlamda vefa borcunu edâ eden Berceste Dergisi yöneticilerini tebrik ediyorum; ve başka dergilerimizin de bu kültür değerlerimizi hatırlayıp sayfalarında yâd etmelerini, hatta erken davranarak onları vefâtlarından önce sayfalarına taşımalarını, bu konuda hassas bir yürek olarak istediğimi ve beklediğimi ifâde etmek istiyorum. Bu duygu ve düşüncelerin ardından muhterem Hasan Nail Canat'a Allah'tan rahmet diliyorum. Sitem içeren bu kısa girişten sonra bir edebiyat öğretmeni olarak benim de bir anlamda vefa borcumu ödeyeceğim yazımın başlığına gelmek ve, Hasan Nail Canat'ın Bir Avuç Ateş adlı romanından bahsetmek istiyorum. Bana göre uzun bir hikâye olarak adlandırılabilecek roman, İstanbul Beşiktaş'ta Abdullah adlı emekli bir öğretmenin başından geçmektedir. Abdullah Bey her öğretmen gibi emekli olduktan sonra sakin bir hayat geçireceğini düşünürken olaylar düşündüğü gibi gelişmez. Önce hanımı İffet ağır bir hastalık teşhisiyle hastaneye yatırılır. Büyük oğlu Kenan çoktandır düştüğü gayr-ı meşru bir hayatın kucağında boğuşmakta, daha doğrusu her geçen gün biraz daha bu hayatın içinde boğulmaktadır. Bu olumsuz şartlar içerisinde Abdullah Bey'i belki de tek teskin eden şey küçük oğlu Mehmet'in istikrarlı gidişidir. Mehmet edebiyat fakültesinde oldukça aktif bir öğrencidir. Derslerinin yanı sıra okuldaki arkadaşlarıyla aylık İslâmî bir dergi çıkarmaktadır. Kenan'ın aksine Mehmet son derece dindar, olaylara vakıf ve hepsinden belki daha da öncelikli olarak ailesine bağlı hayırlı bir evlattır. Abdullah Bey'in mahallesinde Seyfi Bey isminde bugünkü tabirle bir mafya üyesi yaşamaktadır. Seyfi Bey'in bir amacı vardır; o da mahalledeki bütün evleri satın alıp yıktırarak yerine büyük bir kumarhane yapmak. Bu amaç doğrultusunda büyük paralar karşılığında mahalle halkından evlerini satın almıştır, bir kişi hariç o da Abdullah Bey. Abdullah Bey dindar bir insandır ve evini böyle bir iş için satmayı kesinlikle düşünmemektedir. Seyfi Bey her ne kadar Abdullah Bey'e kendince cazip teklifler götürmüşse de Abdullah Bey bunların hiçbirisini kabul etmez. Seyfi Bey üst kademedeki mafya babalarının da ısrarlı talepleri karşısında son çare olarak Abdullah Bey'i kaçırtır ve ölesiye dövdürür. Babasının bu hâlini gören Mehmet üniversiteden ve dergiden de arkadaşlarının yardımıyla babasını dövenleri bulur ve aynı yerde aynı şekilde onları cezalandırır. Olayı bununla da bırakmayıp Mehmet ve arkadaşları Seyfi Bey'in gazino ve kumarhanelerine baskın yapıp ortalığı dağıtır, maddî zarar verirler. Bu olayla birlikte işler iyice çığırından çıkar. Bunu kendine yediremeyen Seyfi Bey ne yapacağını şaşırmıştır. Seyfi Bey'e borcundan dolayı babasına evi satmasını söyleyen Kenan istediğine ulaşamayınca evi terk eder. Kendi gibi pis bir hayat yaşayan arkadaşlarının yanına gitse de onlarda da aradığını bulamaz. Bu arada aralarında nişan yaptıkları ancak ailesinin taraftar olmadığı Nermin'den de ayrılır. Kenan'ın başından bunlar geçerken, evde babasının başına gelenlerden habersizdir. Tesadüfen bir gazeteden olan biteni öğrenir. Eve dönüp babasının yanında yer alacağı yerde Seyfi Bey'in yapılanlardan kendisini sorumlu tutacağını düşünerek korkar ve bir süre daha saklanmayı uygun bulur. Hastanede eşine iyi bakılmadığını düşünen Abdullah Bey, onu hastaneden çıkarır ve evine getirir. Ancak İffet'in durumu her geçen gün daha da kötüye gitmektedir. Tam bu sırada Seyfi Bey bir gece adamlarını gönderir ve Abdullah Bey'in evini kurşunlatır. Mehmet anne ve babasını bu olay üzerine İzmit'e bir arkadaşının evine yerleştirir. Bütün bunlar yaşanırken mahallede yaptıklarına pişman olanların ve Seyfi Bey'e evini satmaktan vazgeçenlerin sayısı artmaktadır. Kenan bir gün döner ve Seyfi Bey'e olanlardan kendisinin sorumlu olmadığını anlatır. Seyfi Bey sinsi bir plânla son çare olarak Abdullah Bey'i Kenan'ın öldürmesini ister. Buna karşılık Kenan'a rahat bir hayat vaad eder. Kenan ise uzun bir düşünme döneminden sonra baba katili olmak istemez ve bu teklifi geri çevirir. Eve gider ve dedesinden kalan eski eserleri satıp biraz para elde etmek için bir valize doldurur. Tam evden çıkacağı esnada Abdullah Bey ve Mehmet gelir. Yine aralarında tatsız münakaşalar yaşanır. Kenan evi terk eder. Kendi kendine bütün bu pis işleri başına Seyfi Bey'in açtığını düşünür. Cafer Bey isimli bir adamdan bomba alır, üstüne bağlar ve Seyfi Bey'in evine gider. Kısa bir tartışmanın ardından bombayı patlatır ve kendini de Seyfi Bey'i de havaya uçurur. Abdullah Bey, İffet'in durumu ağırlaştığı için özel bir hastaneye yatırır. Ancak kısa bir süre sonra İffet ölür. Mehmet annesinin ölümü karşısında oldukça üzgündür. Abdullah Bey'in ise son olarak bütün bu olanlara karşı söylediği tek cümle vardır. Bu cümle aynı zamanda romanın son cümlesidir.İnna lillahi ve inna ileyhi raciûn. Yukarıda özetini vermeye çalıştığımız eser, 158 sayfadan ibaret olup, günümüzün sosyal bir vakıalarından birini konu edinmiştir. Kahramanlar: Abdullah Bey, dînî yönü güçlü bir insan, ayrıca bir öğretmendir. Ancak çocukları üzerinde olması gerektiği şekliyle otorite kuramamış, onlara yeterince yetiştirememiştir. Çocuklarının iki uç noktada hayat sürmeleri bizi bu kanaate götürür. Bunun yanında Abdullah Bey kendine çizdiği muhafazakar yoldan da hiç ayrılmamıştır. İffet Hanım, romanda ikinci sırada işlenen bir karakterdir. Gelişen olaylarda herhangi bir etkisi yoktur. Mehmet kendini iyi yetiştirmiş bir üniversite öğrencisidir. Romana yön veren kahramandır. Kenan tutkularının esiri olmuş, bu yolda yaşamış ve ölmüştür. Kenan tipiyle yazar 'yılanın yavrusu zehirli olur' darb-ı meselinin insanoğlu için hakikat olmadığını ortaya koyar. Mehmet'le aynı anne babanın çocukları olmalarına rağmen huy ve yaşantı olarak zıt kutuplardadırlar. Komşuluk ve arkadaşlık bağlarının gücünü Abdullah Bey'in okuldan arkadaşı Mustafa Bey ile komşusu İhsan Bey ortaya koyar. Onlar Abdullah Bey'i kötü gününde hiç yalnız bırakmamışlardır. Seyfi Bey para için parayla her şeyi yapabilecek, muhteris tipleri temsil eder. Zaman: İtibarî (fiktif) âlemde tezahür eden olayın zamanı da itibarî olacaktır. Vak'a bir müddet zarfın cereyan eder. Anlatıcı bu vak'ayı, vaziyete göre, yine bir müddet zarfında öğrenir ve nakleder (Aktaş, Prof. Dr. Şerif, Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş, Ankara 1991, s.117). Bir Avuç Ateş'te tezahür eden olaylar birkaç aylık bir zaman diliminde gelişir ve sonuçlanır. Mekân: Mekân tasvirlerinin yer almadığı romanda yer geniş plânda İstanbul ve roman kahramanlarının diyaloglarına yer verilen Beşiktaş'daki evleridir. Dil: Bir Avuç Ateş sade bir dille daha çok insanların hissî yönlerine hitap eden bir üslûpla kaleme alınmıştır. Sonuç olarak, Hasan Nail Canat'ı Bir Avuç Ateş'le anma fırsatımız oldu. Ben tekrar usta karakter oyuncusu ve yazar Hasan Nail Canat'a Allah'tan rahmet diliyorum. Mekânı cennet olsun... NASIL BİR ÖLÜM İSTERSİNİZ? Mustafa Güneş: İvan İlyiç, ölmekte olduğunu hissediyor, ümitsizlik içinde çırpınıyordu. Ölmekte olduğuna inancı bütün varlığını kaplamıştı. Fakat buna alışmak şöyle dursun manasını bile kavrayamıyordu. Kizeveter'in mantık kitabındaki akıl yürütmeyi hatırladı: "Gaius bir insandır. İnsanlar ölümlüdür. O halde Gaius da ölümlüdür".
İlyiç bu örneği sadece Gaius için doğru buluyordu. Fakat kendisi için asla. Gaius sıradan bir insan olduğu için hüküm doğruydu. Fakat İlyiç, Gaius olmadığı gibi sıradan bir insan da değildi. O, herkesten farklı apayrı bir varlıktı. İlyiç; annesi, babası, arabacısı, dadısı, mürebbiyesi, kardeşleri, oyuncaklarıyla; çocukluğunun ergenliğinin, gençliğinin sevinç, keder ve heyecanlarıyla Vanya ( İvan'ın küçüklük adı ) idi.
Gaius, Vanya'nın çok sevdiği çizgili lastik topunun kokusunu bilir miydi? Gaius'un annesinin elbisesi, onun annesinin ipek elbisesi gibi güzel miydi? Hukuk okulunda börek yüzünden başkaldıran Gaius muydu? O da Vanya gibi aşık olmuş muydu? Onun gibi dava yürütebilir miydi?
"Gaius gerçekten ölümlüdür. Onun ölmesi kabul edilebilir. Ama ben, Vanya, İlav İlyiç! Başkayım... Bütün duygularımla, düşüncelerimle herkesten ayrıyım. Benim ölmek zorunda olmam akıl almaz bir şey. Çok korkunç bir şey bu! Hem benim de Gaius gibi ölmem gerekseydi, bunu önceden hissederdim. İçimdeki bir his bunu bana söylerdi. Ama öyle olmadı. Ne ben, ne arkadaşlarım, başımıza Gaius'unki gibi bir şey geleceğini anladı. Oysa durum şimdi değişti. Olamaz böyle bir şey... Yo, mümkün değil! Mümkün değil diyorum ama oluyor işte. Neden? Nasıl anlamalı bunu?" Okuduğunuz zaman siz masal zannetseniz bile bu hikaye tamamen gerçektir. Güneş ışınlarının insanın içini ısıttığı, topraktan baş döndürücü bir güzellikte kokunun yayıldığı, kırların rengarenk çiçekler ve çimenlerle örtüldüğü aydınlık bir ilkbahar üzerinde "Düm teke düm tek" temposunu tutturmuş, içiniz yaşama sevinci ile dopdolu yol alırken... İlkokulu bitirir bitirmez sanayiye çırak olarak girip kalfanın hareketleri ve şamarları ile süslenen bir çocukluk ve gençlik geçirdikten sonra askerlik dönüşü evlenip yuva kurma, çoluk-çocuk sahibi olma, çocukların büyümesi, hastalanması, binbir zorluğa katlanarak kendi dükkanını açma, işlerin bir iyi-bir kötü oluşu derken canından bezip birikmiş Bağkur borçlarını aftan istifade ederek yatırıp dükkanı büyük oğlana devredip tam da emekliliğin tadını çıkarmaya hazırlanıyorken... Şafak saymaya başlayan acemilik, dağıtım izni, usta birliği derken plakaya düşmüş, artık geri dönüşün hesaplarını yapmaya ve değişik kavuşma sahneleri hayal etmeye başlamışken... O, gelir. Her an her zaman gelebileceğini, eninde sonunda kapıyı çalacağını bilmemize rağmen gelişi hep sürpriz, zamansız ve erkendir. Erken teşhis edildiğinde kökünden tedavi edileceği söylenen ama her ne hikmetse doktorların her zaman geç tanı koyduğu bir hastalıktan Tıp Fakültesi Hastanesi'nin yoğun bakım servisinde yatıyor, her an hayata veda edebileceği bekleniyor olsa bile gene de erkendir. Ya aylarca hasta yatağının başında ona refakat edilmesine rağmen son nefesinde yanında bulunulamamış, son bir diyeceği olup olmadığı sorulup helalleşilememiş ya da uzak yerden çağırılan ve el umuru çektiği için erken yola çıkamayan kızının yetişip de son bir kez dünya gözü ile görebileceği kadar yaşayamamıştır, her ölüm erkendir. Nasıl bir ölüm istersiniz? Seçme şansınız olsaydı "Ölecek olduktan sonra ha kırk katır, ha kırk satır, hiç fark etmez mi" derdiniz, yoksa şöyle hayat tarzınıza, hayallerinize uygun bir ölüm modeli tasarlar ve şanınıza yakışır bir cenaze töreni siparişi mi verirdiniz? Yaşını başını almış büyüklerimizin bu soruya elden ayaktan düşüp geline, kıza muhtaç olma korkusu ile "Üç gün yatak, dördüncü gün toprak" cevabı verdiği fark edebiliyoruz. Gençler ise sanki ittifak etmişçesine ölüm acısı çekmeden ani ölüm istiyorlar ama mesela trafik kazasına, kurşunlanmaya razı olmuyorlar, muhtemelen cesedin bozulmaması sebebiyle olsa gerek, uykuda kalp krizini tercih ediyorlar. Nasıl bir ölüm istersiniz? Bazen kefenimizi kendi ellerimizle ve şevkle biçeceğimizi, bazı ölüm şekillerini ise akıldan bile geçirmeyeceğimizi söyleyebiliriz. Mesela Sokrates gibi haksız yere öldürüleceğinizi bile bile, sırf insanlara ahlakı, hakikatı, sevgiyi, tahammülü, faziletli davranmayı öğütlediğiniz için, tutarlı olmak uğruna dostlarınızın hapishaneden kaçma teklifini reddeder, baldıran şerbeti kasesini celladın elinden alıp son damlasına kadar içerek şerefli bir şekilde ölme fırsatını kaçırır mıydınız? Ölümün şakası olmaz, ölenle dalga geçilmez ama yolda yürürken havaya ateş eden magandanın serseri kurşununa hedef olmak gibi bir yolla pisi pisine ayrılmakta olan bütün ruhumuzla reddetmez miyiz? Barış Manço, Kemal Sunal, Sakıp Sabancı, Mehmet Köse Ömer, Mürvet İlhan, Necmeddin Bayraktar. Hepsi de ebedi aleme göç etmiş bu isimlerden kamuoyunun tanıdığı ilk üç isim gibi milyonların ölümüne üzüldüğü, cenazesine ilk anda onbinler katılan, resmi-yarı resmi anma törenleri yapılan, gazetelere klişe cümlelerle duygusuz ölüm ilanları verilen, ölümü yayın organlarında günlerce haber olan, ölüm yıldönümlerinde her geçen yıl azalan bir ilgiyle hatırlanan medyatik Kurtuluş Savaşı, Kıbrıs Harekatu, Güneydoğu şehitlerine Şehitlik'te komşu olmayı, Çanakkale şehitleri gibi toplu mezarlarda yatan, Sarıkamış şehitleri gibi mezarı bile olmadan, vatan toprağını kabir çukuru, karları kefen yaparak Allahuekber Dağları'nı şehitliğe çeviren Mehmedlerden olmayı mı istersiniz? Yoksa çok değil, daha yüz yıl önce gözü açık giden, naaşı vatan toprağına karışmadan çürüyen, kabri bir tanıdık tarafından ziyaret edilip başında "Üç ihlas bir Fatiha" dahi okumadan dağılan gurbetteki şehitlerden olmayı mı istersiniz? Nasıl bir ölüm istersiniz? Nazım'ın "Kalbimin kızıl saçlı bacısı / En fazla bir yıl sürer / Yirminci asırlarda / Ölüm acısı" mısralarını haklı çıkaran ve hayatta iken mutlu unutulan modern ölülerden biri mi olmak istersiniz, geride gözü yaşlı sadık bir eş, yüreği yanık bir ana bırakan ve seneler sonra bile hatırlanıp kuytularda ardından sessizce ağlanılan geleneksel ölülerden olmayı mı tercih edersiniz? Nasıl bir ölüm istersiniz? Eğer bu soruya benim de bir cevap vermem gerekiyorsa ben kendi adıma "Yunus gibi" diyor ve Hasan Nail Canat ağabeyimize Allah'tan rahmet diliyorum. Bir garip ölmüş diyeler, Üç günden sonra duyalar, Soğuk su ile yuyalar, Şöyle garip bencileyin. Kaynak: Berceste Dergisi |